Sosyolojinin klasik teorilerindendir; her toplum çok kabaca iki genel dinamik üzerinde toplumsal değişim yaşar. Bunlardan biri, “düzen”in kendisidir. Toplum bir iktidar ilişkileri ürünü olduğu için iktidarda olanlar ya da, daha basit ifadesiyle, daha güçlü olanlar var olan düzenin ve güç ilişkilerinin ve dengelerinin değişmesini istemezler. Bu istememe hali küçük ama güçlü bir sınıfın sadece kendi ifadesiyle duyulmaz. Gene bu küçük sınıf kendisini sadece kendi özsavunmasıyla koruyamaz. Sosyal piramidin tepesindeki sayıca küçük ama güçlü sınıf elinde tuttuğu okul, medya, polis gibi ideolojik araçlarla geniş kitleleri manipüle eder, gündem oluşturur ve ikna eder. İktidardaki sınıf ya da zümreden başka alternatif bilgilenme kaynaklarına sahip olmayan kesimler de iktidarın dilini tekrar ederler. Onların çıkarları ile uyuşmasa da, değişimin getirebileceği risk karşısında var olan yapının sürmesi, muhafaza edilmesi yönündeki duygular daha ağır basar.
Kendisini ilerici, sosyalist, muhafazakâr ya da dindar sıfatlarından hangileriyle tanımlarsa tanımlasın, iktidar tarafından kontrol edilen kitleler için, yenilik ve değişim her zaman korku uyandırır ve bu korku onların daha tutucu bir tavır takınmalarına sebep olur.
Ancak bu, işin sadece bir yönüdür. İkinci dinamik, toplumda var olan düzenin içerdiği güç ilişkilerini değiştirmek isteyen, farklı çıkarlara sahip olan, var olan düzenin adaletsizliğinden şikâyet eden, kimlik ya da yaşam tarzlarına saygı gösterilmediğini düşünen insanların dayattığı “değişim” arzusudur.
Tabii ki bu iki dinamik bir arada işler. Bir toplum ne sadece düzen ne de değişim dinamiklerinden oluşur. Düzen az veya çok toplumun devamlılığına tekabül eder. Belli bir düzen olmazsa, toplumdan bahsetmek pek mümkün olmaz; söz konusu olan şey parçalanmış, birbirlerini duymayan, birlikte yaşayamayan, hatta en uç örneğinde mutlak bir dağılmaya tekabül eden “anomi” durumu olur. Ama asgari düzeyde değişim olmadığı zaman da, söz konusu düzen ne kadar sağlam görünse de, aslında içeriden çürümüş bir yapıdır. Bütün totaliter yapılar genel olarak, değişimi engellemeye çalışan, bu tür içeriden çürüyen ve patlayan toplumlardır.
Başka bir ifadeyle, düzen ve değişimi kurumsal yapılarıyla, hukukuyla bir arada tutmayı becerebilen toplumlar bir yandan değişirken, aynı zamanda yenilenen bir düzeni de sürdürmüş olurlar.
Türkiye’nin “düzen sorunu”
Türkiye toplumunun, sebepleri bu köşede çeşitli vesilelerle anlatılmaya çalışıldığı üzere, özellikle travmatik bir coğrafyanın birikimleri eşliğinde ciddi bir “düzen” sorunu vardır. Savaş, istila, fetih, tehcir, sürgün, soykırım ya da darbe ve idamlarla beslenen; korku, baskı, din değiştirme, cemaatçilik, ihanet ve şiddet diliyle bir arada yürüyen ortalama bir ruh hali, hem sıradan bireyler ve onların kimlikleşmelerine hem de bu bireylerin mücadelesinin ürettiği devletin düzenine yansımıştır. Yani sürekli bir düzensizlik paranoyasıyla yaşayan birey ve devlet (ve o devletin bekçileri, bekçilik dilinin sahipleri) sakin ve huzurlu bir düzen üretememiştir.
Oysa bu korkularına rağmen, sıradan insanlar her zaman huzur isterler. Bu yüzden (şimdi olduğu gibi) bütün darbe dönemlerinde, sıradan insanların büyük çoğunluğu, huzurlu yaşayacakları başka ülkelere göç etmeyi arzu ederler. Her gün insanın hayatını ve ruhunu dumura uğratan onlarca olay yaşamak yerine, altı ayda bir değişecek, tek gündemli, tek olaylı, “sıkıcı” ama huzurlu bir ülkede yaşamayı tercih ederler.
Öte yandan, Türkiye toplumu, sürekli güvensizlik üreten, bu yüzden paranoyak ve gene bu paranoya yüzünden güvensizlik üreten düzeninin sahip olduğu kısırdöngüyü aşmak isteyen, değişim isteyen, farklı taleplerle şekillenen toplumsal hareketlere de sahiptir. Bu hareketlerin şemsiyesi altına giren insanlar kendilerini farklı kelimeler, cümleler, sloganlar ya da ideolojilerle anlatsalar da, sadece daha iyi yaşamaktan, saygı görmekten, aşağılanmadan, bir bütün insan olarak kabul edilmekten başka bir dertleri yoktur.
Eğer fabrikada sömürülüyorsa, patronu ile arasında ekonomik imkânlar bakımından korkunç farklar varsa, “işçi sınıfı” kimliği altında mücadele eder ve daha eşitlikçi ve adaletli bir yaşam için değişim ister. Yaşadıkları topraklarda kendilerini “çoğunluk” gören, dinsel ya da dilsel gibi kültürel haklar konusunda kendilerini hak sahibi zanneden birtakım insanlara karşı, kendileri için anlamlı olan dillerini ve dinselliklerini yaşamak isteyen, bu özellikleriyle bir bütün olduklarını düşünen başka insanlar da, susmak yerine kendi kültürel (ya da toplumsal cinsiyet) kimlikleri ya da soludukları hava için mücadele edip, değişim isterler.
Kuşkusuz bir tür “sendrom”, “paranoya” ya da “beka” gibi tamamlayıcı kavramlarla var olabilen “düzen” için, her yeni kimlik talebi, her yeni toplumsal ifade ya da duygusal isyan yeni bir güvensizlik unsurudur.
Düzen için bu yeni talepler “güvensizlik” üretse de, o güveni yeniden tesis etmek üzere, toplumsal talepleri tamamen bastırmak mümkün değildir. Bu talepler en fazla belli bir müddet görünmez kılınsa da, zaman içinde bambaşka biçimler altında ya da bambaşka aktörlerin eliyle yüzeye çıkıp, değişime katkıda bulunur.
Ancak, bu değişimin sağlanması, bir bakıma “başaran” toplumsal hareketlerin ilelebet aynı kalacakları anlamına gelmez. Toplumsal dinamiklerde “değişim” dinamiğini harekete geçiren toplumsal hareketler, başarıdan sonra “düzen” dinamiğinin de esas unsuru olabilir. Yani “adalet” isteyen bir hareket, katkıda bulunduğu yeni düzenin “adaletsizliğinin” de bekçisi haline dönüşebilir.
Bir “değişim” ve “düzen” aktörü olarak İslamcı hareket
İşte İslami hareketin serencamı tam da bu şekilde gerçekleşmiştir. Otoriter modernist ulus-devletin “ilerici” görünümlü tekçi politikalarına karşı, Kürt hareketiyle birlikte “değişim” isteyen, “değişim”i temsil eden İslami hareket 90’lardaki heyecanını, AKP’nin iktidarı ile birlikte yavaş yavaş kaybetmiş; özellikle 2010’lardan sonra, daha da bariz olarak 2013 Gezi hareketinden sonra ve de en bariz olarak 15 Temmuz darbesinden sonra, paranoyak sağcı milliyetçiliğin koltuk değneği haline gelmiş ve çürümüştür. Kaldı ki, iktidar çeperlerine girmiş temsilcilerinin artık “İslamcılık” diye de bir derdi kalmamıştır. İslamcılık bir yana, aynı yatağa girdikleri milliyetçi odakların -mantıkları kendilerinden menkul- “bölünüyoruz, ihanet, dış güçler vs.” dışında hiçbir sözleri kalmamıştır.
Adeta bir “kara komedi” niteliğinde, iktidardaki siyasi kadrolar, düzen adına, ülkenin 21 yıl öncesine göre “daha demokratik, daha özgür, daha huzurlu olduğunu, her alanda destan yazdığını, gıptayla takip edildiğini” falan söylerken, belli ki bu “destanı” bir türlü göremeyen gafillerden bir sürüsü yurtdışına kapağı atmaya çalışıyorlar. Nedense gençlerin en az yüzde 70’i de bu “gafiller” kategorisine giriyor!
“Düşünce Suçu’na Karşı Girişim”in Haftalık Düşünce Özgürlüğü Bülteni’nin rastgele baktığımız 19 Ağustos 2022 tarihli nüshası bu “destan” hakkında fikir veriyor…
Bir adam, HDP’li Milletvekili Garo Paylan’a TBMM’de suikast düzenlenmesinin planlandığını alenen iddia ediyor mesela… Gazetecilerin haber paylaşımları suçlama konusu oluyor. Kürtçe müzik dinlemek suç delili oluyor. Canan Kaftancıoğlu (ve daha yüzlerce insan) hakkında “Erdoğan’a hakaret” soruşturması başlatılıyor. Cemevine yer tahsis eden bir belediyeye dava açılıyor. Kadınlara hakaret eden imama tepki gösterenlere dava açılıyor. Hasta ve infazları yakılan tutuklu yakınlarının “Adalet Nöbeti” eylemine müdahale ediliyor. Hakkâri ve Mardin’de eylemler yasaklanıyor. Tekel Bayileri Platformu Başkanı’na, yaptığı açıklama nedeniyle para cezası kesiliyor. İnternet sitelerine erişim engelleri getiriliyor. RTÜK ceza yağdırıp duruyor…
Bu arada çevre mahvediliyor. Maden ocakları için ormanlar kesiliyor.
Ormanlar yanıyor, söndürül(e)miyor ve “cennet vatanımız” demeyi çok sevdiğimiz vatanın gerçekten cennet köşeleri, bu yangınlar neticesinde orman vasfını yitiren alanlar “düzen” destekçilerine peşkeş çekiliyor. Tonlarca asbest ve tehlikeli atık barındıran, hiçbir ülkenin kabul etmediği bir gemiyi, birileri söküm için “gıpta” ile izlendiğimiz dünyanın kolay lokmalarından biri olarak, bizim ülkemize, Aliağa’ya getiriyor.
Kendisini ancak yasaklarla var edebilen bir devlet ve onun izansız çıkarlar düzeni güven vermiyor. Ama düzen ve değişim dinamikleri birlikte işlemeye devam ediyor. Düzenin tıkandığı yerde, içinde yaşayan insanları çürütmeye başladığı zaman da yeni değişim dinamikleri devreye giriyor. 80’li ve 90’lı yıllarda dergileriyle, sorgulama kapasiteleriyle, çok farklı kaynaklardan beslendikleri çoğul düşünce yapılarıyla gerçek bir toplumsal hareket olarak değişim yaratan İslami hareketin, söz konusu çoğulluğu bugün artık başka toplumsal kesimler tarafından taşınıyor. Otoriter ulus-devletin seküler diline “dinsel sos” katmaktan başka bir katkısı olmayan ve düzenin içinde yok olup giden İslamcılığın yerine, düzeni değil, hayatı değiştirmeye soyunan yeni bir toplumsal hareket şekilleniyor. Bu hareket 90’ların İslamcı hareketinin dinamiklerine benzer dinamikler taşıyor.
Gezi’yi ezmek ve bir metafor olarak 28 Şubat
Bu hareketin şimdilik adını koymak çok mümkün değil. Ama en somut ifadesini Gezi eylemlerinde görmek mümkün. İçinde, ilerici görünümlü muhafazakârlıklar da dahil olmak üzere, çok çeşitli seslerin yer aldığı, içinde yaşadığımız zamanın “sözünü” ele geçiren bir hareket oldu Gezi… İktidara aç bir kesimin çok korktuğu bir hareket oldu Gezi ve belki de İslamcı hareketin bütün sorgulayıcı özelliğinden sıyrılıp, katır kutur bir iktidar diline yapışmasına neden oldu. İslamcı hareketin çok konuşan vitrin elemanları o dönemde üretilen bütün ucuz yalan haberlere (“Kabataş’taki başörtülü bacımız”) kolayca inandı ya da inanmak işine geldi. Çünkü Gezi hareketi, içindeki özgürlük isteyen gençleri, kadınları, dindarları, sosyalistleri ve tabii ki çevre duyarlılığına sahip tüm insanlarıyla İslamcı hareketin getirdiği değişimi sırtlanma ve onu aşma kapasitesine sahip bir hareketti.
İşte bu aşma kapasitesinin getirdiği korku, İslamcı hareketin düzenle örtüşmesine ve ona benzemesine en önemli duygusal yığılmayı getirdi. Ve düzen ve de düzenin bütün bileşenleri bütün güçleriyle Gezi’yi ezdiler… İnsanların gözlerini kör ederek, sokaklarda insan avı yaparak, döverek, öldürerek…
Düzenin temsilcileri, “değişim” isteyen yeni bir toplumsal hareketi, Gezi’yi en somut, en görünür, en elle tutulur olduğu bir anda ezdiler.
Düzen, aynı 28 Şubat’ta bir postmodern darbeyle ezdiği İslamcı hareket gibi ezdi Gezi’yi… Gezi’den farklı olarak, adam öldürmeyen 28 Şubat, İslamcı hareketin bir hareket ve bir kimlik olarak en güçlü olduğu bir dönemde gerçekleşti.
Ancak, 28 Şubat, İslamcı hareketin sona erdiği bir dönem olmadı. Kimliğinin bir toplumsal hareket olarak somutluğunu kaybettiği ancak topluma, hayatın her alanına çok daha fazla yaratıcılıkla yayılmasına vesile oldu.
Şimdi Gezi’nin hayatın her alanına yayılmasına tanık oluyoruz. “Gezi” artık sadece Taksim meydanında bir parkın -çok sembolik bir mekânın- korunması için verilen bir mücadelenin adı değil. Artık “Gezi” demeye de gerek yok, söz konusu olan “değişim hareketi” toplumun çok farklı coğrafyalarında birbirlerinden çok farklı kesimlerin, çevre için, kadınlar ve erkeklerin, farklı etnik ve dinsel kökenlerden gelen insanların, karşılaşarak, daha adil bir toplum için oluşturdukları çoğul bir hayatı kurma çabasına tekabül ediyor.
Baskı arttıkça, kriz artıyor… Bu baskı ve kriz, değişim arzusundaki insanların ve onların hareketinin yaratıcılığını artırıyor. Çok geniş ve farklı kesimlerden beslendiği için bu hareketin anlatacak daha çok şeyi ve kuracak çok sözü var…