İstanbul’un doyumsuz yaz gecelerinden biriydi.
Bir buse kondurup yoluna devam eden nazenin rüzgarla salınıyordu bahçelerdeki mutlu yediverenler.
Her gece aynı saatte serenata başlayan karasevdalı bülbül, başladı yine methiyelerine.
Ağaçların belli belirsiz hışırtılarından, bu güzel gecenin sarhoşluğuyla zamanı unutan bir kedinin karşılık bulamayacağı çağrısından ve o biçare bülbülün türlü türlü yalvarmalarından başka çıt yoktu.
Odasında yakılan lavanta tütsüsünün verdiği rehavet kâfi gelmemişti … Hanım’ın uyumasına.
Sessizce geceyi dinleyerek yatıyordu yatağında. Âdeti olduğu üzere, pencere açıktı.
Belli belirsiz bir ses duyulur gibi oldu uzaklardan.
Önce ne olduğunu anlamaya çalıştı. Ezan zannetti, ama sabaha çok vardı.
Belki bir ayyaştı, kenarda köşede demlenip de, onu bu hallere düşüren sevdiğine serzeniş olsun diye dertli bir şarkı tutturarak derdine dert katan.
Mesela;
“Dil harab-ı aşkınam sensin sebep feryadıma”
Ama hayır!
Gecenin koynunda süzülerek gelip, odasına kadar girmeye cüret eden, iyi bildiği ya da hiç duymadığı bir sesti işittiği.
Asırlarca ötelerden geliyormuş gibi bezgin, ölesiye yorgun,
Hüzünlüyken gayretlenip neşelenen, ardından kederlenen ve soluksuz kalıp inim inim inleyen,
Öyle bir sesti gelen…
Yatağından kalktı. Fransa’dan hususi getirttiği ipek sabahlığını geçirdi üzerine. Denize nazır balkonun kapısını aralayıp uzattı başını, bir süre daha dinledi, artık bildiğinden emin olduğu ama adını koyamadığı sesi.
Esen nazlı rüzgarın önüne düşüp “Tanımadın mı beni?” diye seslendi o ses!
Balkona çıktı … Hanım.
Biraz daha dinledi, dinledi, dinledi ve…
Fısıldadı geceye;
“Ah! Mızıka! Evet mızıka! Bunca yıldan sonra…”
Kapadı gözlerini, yeniden hüzünlenen sese kulak kesildi. Düğün sevinciyle şımaran bir çocuk gibi, merdivenlerden inmek, kapıyı açıp o sese koşmak, yakalamak, sarılmak geldi içinden.
Sonra o ses birden sustu.
Bekledi, bekledi, bekledi yeniden başlar mı acaba diye. Üşüdüğünden değil, hatırladığından tir tir titredi.
Çocukken çok sevdiği ve sözlerini çıkaramasa da yeniden hatırladığı bir şarkıyı, bıkmadan, usanmadan tekrar tekrar terennümüyle, doğdu güneş.
Mutluluk, keder, hasret, kırgınlık, nedamet, sevinç, korku…
Günler boyunca hangisinde durup dinleneceğine karar veremedi. Kâh ağladı, kâh güldü, saatlerce hiçbir şey yapmadan oturdu, adeti değilse de gün ortasında uyudu, çok sevdiği vişne likörü tükendi, sayısız kahve içti, başı ağrıdı, hiddetlendi, hırçınlaştı, küskün bir çocuk oldu.
Yüreğinde çınlayan o melodiyi, çok özleyip de sevgilisinin adını haddinden fazla tekrarlayan bir aşık gibi, biteviye mırıldanıp durdu.
“Reva mıdır bana bu edilen?
Reva mıdır yıllar sonra, huzurlu bir gecenin siyahında,
Yitirdiğim, elimden alınan, hayatımdan çalınan ne varsa arta kalan enkazı, bir mızıkanın feryadıyla getirip de önüme atıp da gitmek?
O enkazın altında bulabilir miyim anıları?
Anamı, kırgın olsam da babamı, …’ı çekip çıkarabilir miyim yılların arasından?
Sarılabilir miyim, ağlayabilir miyim, anlatabilir miyim yaşananları anneme, sitem edebilir miyim babama? ‘Sen mazursun’ diyebilir miyim …’a.
Bakışlarla kirletildiğim o günden bu yana, her gün kırklansam da, envai nadide kokuyla yıkansam da, ruhumu inciten necasetten asla halas olamadığımı söyleyebilir miyim?
Ben birkaç hayasız gözle böylesine tarumar olmuşken, zilletin en süflisine duçar olanları düşündükçe, kimseye söylemesem de, halime şükretmekten hep ama hep utandığımı nihayet itiraf edebilir miyim birilerine.
Hayır!
Öyleyse neden?
Neden Allah’ım, bir mızıka sesi ile bana ettiğin bu zulüm?
‘Hikmetinden sual olunmaz’ dedikleri bu mu?”
O geceden itibaren, yaz gecelerinde boğazın serin esintisi odasını doldurmadan; hanımeli, çam ve deniz kokusunu içine çekmeden, birkaç saatlik uykuya bile dalamayan … Hanım, penceresini açmadı.
Bir süre ortalıkta görünmedi, sesi sedası çıkmadı.
“Yine hastalandı mı?” telaşına düşenler oldu.
Bir hafta kadar sonra, hüznün gönül telini titrettiği bir gece, yeniden duyabilir miyim acaba o sesi diye, aynı saatlerde çıktı balkona.
Bekledi, yalvardı konuş benimle diye, gece kuşlarıyla haber yolladı.
Ama karşılık gelmedi.
“Neden kapanmışken yaram, unutmuşken, unutmaya zorlamışken kendimi, yeniden kanattın o yarayı, gecenin ellerinde inim inim inleyerek hatırlattın unutulanları ve sonra çekip gittin aniden?”
Kabuk bağlayan bazı yaralar aldatıcıdır. Geçti zannedilir de, küçücük bir çizikle yeniden depreşir. Önce ince ince sızar kan, sonra durmak bilmez.
Çok geçmeden, o gece de unutulan, unutulmazsa nefes aldırmayan çok şey gibi, başka zamanlarda, bilinmeyen vesilelerle tekrar tekrar hatırlanmak üzere unutuldu.
Not: Gerçek bir olaydan esinlenilmiştir.