Biraz sayılarla konuşalım.
Türkiye’de asgari ücret civarında maaş alan insanların genel çalışan nüfusa oranı yüzde 55’ten çok. AB ortalamasında bu oran yüzde 10’dan az. Türkiye’ye en yakın ülke olan Romanya’da yüzde 20 civarında.
Türkiye, 2024 yılı Küresel Cinsiyet Uçurumu Endeksi’nde Suudi Arabistan, Nijerya ve Uganda gibi ülkelerin gerisinde kalarak 127. sırada. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun (ITUC) Küresel Haklar Endeksi’ne göreyse işçiler için en kötü çalışma koşullarını sunan Bangladeş, Belarus ve Filipinler gibi 10 ülkenin arasında yer alıyor.
Gallup araştırmasına göre Türkiye, Afganistan ve Lübnan’dan sonra dünyada en çok “üzüntü” yaşayan 3. ülke.
Gene Gallup’a göre Türkiye, Lübnan’dan sonra en çok “öfke” yaşayan 2. ülke… Bu üzüntü ve öfke duygu hallerini toplumun yarısı yaşıyor.
TÜİK verilerine göre, son 19 yılda Türkiye’de cinayet 6 kat, cinsel suçlar 10 kat, hırsızlık 7 kat, uyuşturucu suçları ise 11 kat artış göstermiş.
Türkiye, toplumdaki diğer insanlara en az güven duyulan ülkeler arasında Arnavutluk ve Lübnan’dan sonra 3. sırada geliyor. Başkalarına güvenenlerin oranı sadece yüzde 8… Bu oran Danimarka’da yüzde 60.
Dolayısıyla, Türkiye’de yurtdışında yaşamak isteyenlerin oranının nasıl yüzde 47 olduğunu (istemeyenler yüzde 46); 18-24 yaş grubu gençlerde memleketi terk etmek isteyenlerin oranının ise nasıl yüzde 70’e çıktığını anlamak da çok zor görünmüyor.
Yani kabaca son 10-20 yıl içinde memleketin şirazesi kaymış. Kuşkusuz el ele verip şirazeyi kaydıranlara, “milletin anasını belleyenlere” dokunan pek bir şey olmamıştır. Onların mesela yurtdışına gitmek gibi bir dertleri yoktur; zaten istedikleri zaman istedikleri yere uçabilecek -ya da günü geldiğinde kaçabilecek- kapasiteleri her zaman mevcuttur.
“Türkiye yüzyılı” gibi afili laflar altında insanlara yüzyılın mutsuzluklarını tattıranların yarattığı bu manzara karşısında -her şeye rağmen- umutsuzluğa kapılmaya gerek yok. Geçmişte bu toplumdan çok yaratıcı ve umut verici pratikler yükseldi; yeniden yükselmemesi için neden yok.
Belki şimdilik başka çare üretemiyorsak, elimizden başka bir şey gelmiyorsa, elimizle düzeltemiyorsak, sözümüzle ikna edemiyorsak, “buğz” etmeden önceki aşama olarak, Edgar Morin’in dediği gibi “tanıklık” yapacağız. Not edeceğiz, sonraki günlere, sonraki yıllara bir hafıza bırakacağız. Kibirli iktidar tepeciklerinden bağıra bağıra, hamaset ve dümdüz yalanlarla konuşanlara rağmen, kötülükleri not edeceğiz ve kötülüğe karşı “iyiliğin” dilini üretmeye çalışan insanların olduğunu göstereceğiz. Kötülükle iç içe yaşaya yaşaya, kötülüğün “norm” -normal- haline gelmesine karşı başka bir dilin, alternatif bir hayatın, alternatif bir toplumun, başka bir dünyanın mümkün olduğunu söyleyeceğiz. Aslında biz derme çatma, kırık dökük bile olsa, şimdiki zamanın bize öğrettiğinden başka bir hayat yaşamış olduğumuzu, dolayısıyla bundan sonra da daha iyisini yaşayabileceğimizi birbirimize anlatacağız.
Mesela şu olanların “normal” olmadığını, olmayabileceğini anlatacağız…
Afetler
İzmir’de ve memleketin dört bir yanında orman yangınları içimizi yaktı. 17 Ağustos depremlerini bir kez daha hatırladık. Maraş-Hatay depreminden neredeyse iki yıl geçti; yaralar hâlâ sarılmadı. Her afette binlerce insan ve doğadaki canlılar hayatlarını kaybederken, bu canların kaybedilmesinde birinci dereceden rol oynayan kurumların kifayetsizliğini ama sorumlularının kibirlerini düşünüp kahrolduk.
“Afet” dediğimiz bütün doğal felaketler insan eliyle tahammül edilmez seviyelerde yaşandı. Çıkarlarla örülmüş şebekelere ihaleler peşkeş çekildi; yapı denetimleri rüşvetle “yapılmış” gibi oldu; bir türlü gerekli miktarda ve kapasitede yangın söndürme uçağı alınmadı. Her seferinde sadece medyaya anlatılacak “gerekçe” hazırlandı. Sorun çözmeye, çözüm önerilerine odaklanmak yerine, her şey bir “iletişim”, propaganda ve manipülasyon meselesi olarak görüldü. Yaşanan her türlü felaketten sonra Meclis’te gündeme gelen araştırma ve soruşturma çabaları “mutlak iktidar” müritleri tarafından reddedildi. Kendilerinden istenen “parmak kaldırma” işlevinin yanı sıra bu müritlerin en aktif oldukları uzmanlık alanı, ezberlerinin ötesine taşan mesajların sahiplerine salınmaları oldu.
“Adalet”
Epey bir zaman oldu; “yargı” bizim memlekette, mahkemeler dışında birçok yerde tecelli ediyor. Güvenlik görevlileri eliyle sokakta infaz, kameraların önünde ya da arkasında gerçekleşen işkenceler, mafya eliyle cezalandırma, güçlü olanların sadece güçlerine (paralarına) dayanarak, güçsüzler üzerinde yaptıkları ucuz yargılamalar sıradan hayatlarımızda iç acıtarak sürüyor. Mahkemelerde emir kulu gibi çalışan birçok yargıç ve savcının, kültürel olarak yaşadıkları hüsranın intikamını almak için, karşılarına gelen “düşünce suçlularının” (!) savunmalarını bile dinlemediklerini, cep telefonlarından mesajlarına baktıklarını biliyoruz. Bu manzaralara rağmen, gene de yargının teorik olarak sadece “yargı sisteminde”, mahkemelerde gerçekleştiğini zannediyorduk. Son günlerde öğrendik ki, teori, “yargı ve adalet sistemi”nin dışında da kendisine bir yer bulmuş.
Tabii hukukun hiçbir zaman tam adalet ve eşitlik getireceğine safça inanmaya gerek yok. Hukuk bir toplumdaki iktidar ve hiyerarşi ilişkilerinden ve kurulu düzenden bağımsız bir kurum değildir. Şunu da biliyoruz; hukuk teorisi de evrensel insanlık değerleri ışığında ve toplumun güç ilişkileri arasında asgari birlikte yaşam ilkelerini gözeterek yenilenir. Ya da otoriter ve totaliter yapılarda iktidar sahipleri teoriyi ve teoriyi uygulayanları esir alır ve teori kendi bilimsel esasları üzerinde gelişmek yerine, kudretlilerin iki dudağının arasından çıkış şekline göre bu kudretlilere göre “hizaya geçer”. Mesela Osman Kavala, Gezi Davası gibi felaketlerin yanı sıra Türkiye’nin hukuk yaraları içinde en önemli sembol isimlerden biri olan İlhan Sami Çomak 30 yıllık cezasının infazını tamamlamış olarak hapishaneden çıkacakken, “son dakikada” Çomak’ın tahliyesi ertelendi. Ayrıntılarını Cafer Solgun’un yazısında (https://platform24.org/ilhan-sami-kocak-ben-iyiyim-guclu-ve-ayaktayim/) görebilirsiniz ama erteleyen makam kim, biliyor musunuz? Cezaevinin “İdare ve Gözlem Kurulu”… Belli ki “yasal” dayanağı olan, mahkeme gibi hareket eden bu kurulu oluşturan şahıslar, “oybirliği” ile karar almışlar ve Çomak’ın tahliyesi üç ay ertelenmiş. Yani kendilerini hâkim yerine koymuşlar (çünkü belli ki birileri “koyabilirsin” demişler) ve o muhteşem ilahi iktidarın (birilerinin hayatıyla oynayabilmek) tadına bakmışlar!
Aslına bakılırsa teoride “hukuki” gibi görünen mahkemenin kararının üzerine karar verebilen bu kurulun şahısları, mahkûmlar cezaevinden çıkmadan evvel, verilen cezanın “işe yarayıp yaramadığına” bakıyorlar. Bu şahısların genellikle aşırı sağcı ve ezberci ideolojik kafalarına göre karar verdiklerini tahmin edebiliyoruz. Aynı zamanda, otoriter devletçi zihniyetle sorunları olanlardan, solculardan nefret ettiklerini de tahmin edebiliyoruz. Yani herhalde şöyle bir şey oluyor muhtemelen; mahkûm solcuysa, hâlâ solculuk yapıp yapmadığına, kafasına göre kitap okuyup okumadığına, kimlerin ziyarete geldiğine falan bakıp, “I-ıh, bu biraz dursun hele!” diyerek gayet keyfe keder karar veriyorlar.
Aslında öyle anlaşılıyor ki, bu kurulun şahıslarının ideolojik takıntıları sadece solcular konusunda değil; devletin taktığı herkes karşısında onlar ilahlaşabiliyorlar. Mesela KHK’larla cezaevine atılmış, bir bildiriye imza atmış, şimdiki seçkinlerin bir zamanlar para yatırdıkları bir bankaya para yatırmış, şimdiki seçkinlerin bir zamanlar çocuklarını yolladıkları bir okula çocuğunu yollamış herkes karşısında “devletleşebiliyorlar”. “Her ne kadar infaz süresi dolmuş olsa da, bu mahkûm daha pişman olmamış, dursun hele!” diyebiliyorlar.
Yani “yargı-adalet-infaz” sisteminin içine doldurulmuş ve ideolojik işlev gören dişliler sokaklarda, toplumsal hayatın içinde bir türlü dize getiremedikleri ve “ellerine düşmüş” insanlar üzerinde her türlü tasarrufu yapıyorlar. Bu memlekette güçlü olmak, güçlü olanın kuytusuna geçip esip gürlemek, atıp tutmak, kafasına göre kral olmak iyi bir şey; bir insanın geleceğini çalmak kolay çünkü…
Ve tabii ki bu sadece birilerinin kendilerini kral gibi hissetmesini sağlayan bir iş değil; “yargıdan bağımsız, alternatif bir yargı”, meşru yargının resmen yapamadığını fiilen yapmak için de bir imkân çünkü…
Din – iman
Bu memleketin resmi dini yok bildiğimiz kadar. En azından Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devletin en sağlam ideolojik aygıtı olarak işlev gören devasa bir aygıt olsa da, teoride “laiklik” en azından hâlâ mevcut. Hadi laiklikten çıktık diyelim, İslam adına ha bire fetva verenler bize sürekli olarak İslam dininin nasıl çoğulcu olduğunu, azınlıkların dinini nasıl koruduğunu anlatmayı çok seviyorlar.
E peki, Sümela Manastırı’nda Ortodoksların ayin yapmasından neden rahatsız oluyor birtakım insanlar?
Emekli bir tümamiralin başını çektiği bir grup, nasıl oluyor da “Biz buradayız ve bu ayini yaptırmayacağız. Sümela’nın önünde nöbet tutacağız. Tüm vatansever Trabzonluları bekliyoruz” diye tepki gösterirken, tam olarak nasıl bir provokasyon hazırlıyor olabilirler? Memleket sathında topu topu 2.500 kişi kalmış Ortodoks nüfusun nesinden korkuyor bunlar? Sümela’da yapılacak ayinin sonunda bir anda Hıristiyanlık mı bulaşacak zannediyorlar? (Aslında evet, böyle bir insan türü var; kiliseye girince Hıristiyan olmaktan korkan, eşcinsel biriyle yan yana gelince eşcinsel olmaktan korkan birileri var; acıklı ve komik ama evet…)
Bu hassas insanlara söylemek lazım; “Merak etmeyin, bulaşmaz. Kendi dini ve milli değerlerinize güveniyorsanız bir şey olmaz”. Ama bu türden “hassasiyet” gösteren aşırı sağcıların Avrupa’da Kuran yakanlardan pek farkı olmadığını da hatırlatmakta yarar var.
“Black Mirror” ya da Siyonizmin bir referansı olarak haşere
Netflix’te “Black Mirror” (Kara ayna) adlı bir dizi var. Temel olarak “bilimkurgu” nitelikli olan ama günümüzün dijital dünyalarının karanlık kuyularına değinen dizinin bir bölümünde ilginç bir savaş yaşanmaktadır. Gelecekte bir zamanda var olan bir düzene uyum sağlamayan, direnen insan toplulukları vardır. Hâkim güçler direnenleri temizlemek (soylarını kırmak) için değişik bir yöntem icat etmiştir. Saldırı öncesi askerlerin bir ilaç (yanlış hatırlamıyorsam, bir de gözlük) vasıtasıyla gördükleri insanları “böcek” gibi görmeleri sağlanıyordu. Dolayısıyla askerler direnenlerin saklandıkları yerlere girdikleri zaman, kadın, çoluk çocuk kim varsa, hepsini böcek gibi görüp, çığlıkları bile duymadan, öldürüyorlardı. Aslında bu türden “böcek” vb. imajlar ya da semboller, hâkim rejimler ya da orduların düşman gördükleri insanlar üzerine çok sık kullandıkları bir metafordur. Yani dizinin anlattığı hikâye, sadece “insanlıktan çıkarma” metaforu olarak kullanılan bir deyimin nasıl elle tutulur bir hale gelebileceğini anlatır.
Varacağım yeri tahmin ettiniz… Filistinlilere saldıran Siyonizm ve bunların askeri olarak görev yapan katiller tam olarak bunu yapıyorlar. “İnsan hayvan” (ya da “hayvan insan”) gibi sıfatlar üretip soykırım yapanlar tam da o dizideki düzenin mantığında hareket ediyorlar.
Peki, şu “dil” hangi diziden ya da akraba zihniyetten esinlenmiş olabilir?
“Sayın Genel Başkanımız hakkında sarf ettiğiniz alçak ifadeler, aslında yılanın bile sizden daha erdemli, ahlaklı bir sürüngen olduğunun resmidir. (…) PKK var ya, o da siz de kâmilen itlafı gereken haşere sürülerisiniz.”
Bu sözleri “en milliyetçi” partimizin bir milletvekili, DEM Partililer için sarf ediyor. Ve “onlar başka, bizim durum başka” demeye gerek yok… “Terörist” olarak belledikleri Hamaslıları önce insanlıktan çıkarmak, sonra da öldürmek için her türlü yola başvuran Siyonistlerin dilinden farkı yok böyle bir dilin…
Meclis’e ne amaçla geldiği partizanları tarafından da ifşa edilen et-kemik-yumruk şahsiyetlerin gösterdiği performans da bu dilden bağımsız değil.
“Yurtdışından fonlanan hainler”
Yukarıda DEM partilileri “haşere” olarak gördüğünü aktardığımız bu şahıs Halk TV, Sözcü TV ve Cumhuriyet gazetesine de “Batı tarafından fonlanan medya” diye tanımlama yapmış.
Bu “yurtdışından fonlanma” olayı çok ilginç. Yeni seçkinlerimizin ve yeni seçkinlere ideolojik, entelektüel altlık hazırlayanların çok sık başvurdukları bir argüman. Mesela bir zamanlar SETA (Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı), üşenmeyip, yurtdışından fon alanları “vatana ihanet”le suçlayan bir rapor hazırlamıştı. Mantıken düşündüğünüz zaman böyle “vatansever” bir vakfın, yurtdışından -hâşâ- bir kuruş bile almaması lazım, değil mi? Hayır, değil! İktidar sahibiyseniz, her şeyi yapmaya hakkınız vardır ve ahlaki bir zorunluluk ya da sorumluluktan muafsınızdır. T24’ten Ceren Bala Teke’nin haberine göre, “Avrupa Birliği’nin Erasmus+ isimli hibe programı kapsamında SETA, AB’den bir kez daha 291 bin 20 Euro’luk fon alarak bize “biz alırsak, o başka canım” mantığını gösteriyor gene…
Maskelerini atan ahlaksızlık
Hakikate biraz olsun saygı göstermek yerine, ahlakın çöktüğü, öldürmek için meşruiyet halkalarının her türlü yöntemle genişletildiği bir dünya sadece bizim ülkemizle sınırlı değil. Bu türden, haşereler, mikroplar gibi insanlık dışı yaratıkları ölüm kokan söylemlerine katan iktidar sahipleri dünya çapında yokuş aşağı dümdüz iniyorlar. İsrail’de Filistinli tutuklulara tecavüz eden askerlerden Ben-Shitrit adlı biri, geçen günlerde bir İsrail TV kanalına maske takıp çıkmış ve kendini savunmuştu. Son günlerde öğrendik ki, bu adam yeniden… bu sefer maskesini çıkararak TV kanallarına çıkmış… bir “kahraman” olarak… Tevrat’tan ayetler okuyarak anlatmış kendini… Nasıl utanç verici değil mi? Böyle bir insan türünü “kahramanlık” mertebesine yükselten bir insan grubu adına… Filistin konusunda hakikatleri anlatmak üzere inanılmaz bir çaba gösteren Mondoweiss adlı haber ajansı bu konudaki haberi şöyle bitirmiş: “Maskesini çıkaran sadece Ben-Shitrit olmadı. İsrail de maskesini attı.”
Sahip olduğu güçle, ahlaksızlığı kahramanlıkla özdeşleştiren böylesine iktidar dilleri diğer yandan zavallı söylemlerle iştigal ediyorlar. Gene geçen günlerde dünyamızın en kalbur üstü ve güçlü şarlatanları olan Donald Trump ve Elon Musk “X-Twitter”da bir muhabbet yapmışlar; iki saat boyunca olgulardan tam bağımsız bir çene çalmaca… İklim yazarı Bill McKibben’ın “tüm zamanların en aptal iklim muhabbeti” olarak adlandırdığı bu çene çalma eylemi aptallıkta yepyeni seviyelere çıkmış. Mesela “buzulların erimesiyle denizlerin seviyesinin yükselmesinin daha çok okyanus manzaralı arsalar yaratmak gibi bir fayda sağlayacağı” fikrini Trump efendi dile getirmiş!
Nasıl? Yani -kusura bakmayın, aptallığın boyutunu biraz olsun dile getirmek zorundayım- sular yükselince toprak miktarının, kıtaların yüzölçümünün azalacağını hayal edemeyen bir sığlık abidesinin ABD gibi bir ülkenin tepesine -dolayısıyla bizim de tepemize- oturabileceğini hayal etmek ne kadar korkunç, değil mi?
İklim ve diğer pek çok konuda dezenformasyon üretmek için el ele veren, birbirlerine bozacı-şıracı replikler veren bu felaket biraderlerin temsil ettiği, Orwell’in “1984” adlı romanındaki “Cahillik güçtür” diyen totaliter felsefenin bire bir gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir dünyadayız.
Ahlaki duruş
Evet, bütün bunlar, adeta ortak bir iradeyle yeryüzünü serbest düşüşe geçirmeye çalışan, neoliberalizmin vahşi bir yönetme tekniği olarak araçsallaştırdığı uluslararası popülizmin, aşırı sağın ve Siyonizmin bu dillerine ve performansına rağmen, ağustos ayında aşırı sağcı ayaklanmaların ardından Birleşik Krallık’ta gerçekleşen ırkçılık karşıtı gösteriler insanın yüreğine su serpti. Mültecilerin yaşadıkları yerleri basan aşırı sağa karşı, ülke çapında onbinlerce insan mülteciler ve azınlık etnik gruplarla ve Filistin’le dayanışma için sokaklara döküldü.
Bu dünyada, memleketlerden, toplumlardan, uluslardan, dinlerden bağımsız olarak, ahlaksızlık çok güçlü… Ama aynı zamanda evrensel bir ahlak için her şeyiyle mücadele eden insanlar da dinlerin, ulusların ötesinde herkesi dürüst olmaya çağırıyor…