Şamil Eğitim ve Kültür Vakfı 5 Ocak’ta, tarihçi-yazar Erdoğan Aydın’ı konuk etti. Aydın bu buluşmada “Milli Mücadele’de Ethem Bey: Tarihsel İşlevi ve Tasfiyesi” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi, ardından da soru-cevap bölümüne geçildi. Sizlere bu söyleşinin sunum bölümünü aktarıyoruz.
Yalçın Karadaş: Değerli konuklarımız, son derece önemli, Cumhuriyet tarihi için son derece netameli bir konuyu konuşmak üzere değerli tarihçi-yazar Erdoğan Aydın Bey’i davet ettik, çok teşekkür ediyoruz davetimize icabet ettiği için. Kendisini çok kısacık tanıtarak başlamak istiyorum.
Erdoğan Aydın, Düzceli, 1957 yılında doğdu. Düzceli ama hemen parantezi açıp kapatayım, Çerkes değil. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde eğitim gördü. 4 ciltlik “İslamiyet Gerçeği” adlı çalışmasıyla 1992 yılında Turan Dursun İnceleme Ödülü’nü aldı. 92-93’te o zamanın popüler olan Özgür Gündem gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. 2006-2007’de Cumhuriyet gazetesindeydi. “Nasıl Müslüman Olduk?” başlıklı, çok ilgimizi çeken bir yazı dizisi vardı, bilahare genişletilerek kitap haline geldi. 2015-2016’da T24’te köşe yazarlığı yaptı, İMC TV’de siyasal analist, Hayat TV’de ve Artı TV’de tarih programcısı olarak çalıştı. Son derece önemli bir girişim olan Özgür Üniversite’nin yönetim kurulu üyesi. Tarih, teoloji ve siyaset alanında yayımlanmış 13 kitabı var. Sözü değerli Erdoğan Aydın Bey’e bırakıyorum…
Erdoğan Aydın: Değerli arkadaşlar, sizleri saygıyla selamlıyorum. Çerkes Ethem sorunu aslında Türkiye’nin bugün içine girdiği çıkmazı anlamak açısından ama özellikle Ethem Bey’in çok önemli bir aktör olarak içinde yer aldığı Milli Mücadele dönemini doğru kavramak açısından çok kritik bir konu başlığı. Bildiğiniz gibi resmi tarih bize onu bir “hain” bir “çeteci” olarak tanıtmaya çalışıyor. Bu tanıtımın, gerçeğin ciddi anlamda çarpıtılması olduğu bir yana, bu toprakların Milli Mücadele tarihini doğru anlamayı da imkânsızlaştırdığı kanaatindeyim. Tam tersine, Ethem Bey’in olmadığı bir Milli Mücadele’nin kurumlaşma imkânının olmadığını birazdan sohbet içinde göstereceğim.
Çerkes Ethem, “Nutuk”ta ve “Nutuk”u takip eden diğer tüm resmi anlatılarda Milli Mücadele’nin kurumlarına karşı “isyan etmiş”, “düşman safına geçmiş”, dizginlenmesi imkânsız bir çeteci portresi olarak çizilir. Oysa gerçek veriler, eğer Milli Mücadele Ankara’da bir meclis olarak kurumsallaşabildiyse, eğer daha sonraki süreç kurumsal bir güvenceye ulaşabildiyse bunun Ethem Bey’in katkılarıyla gerçekleştiğine işaret ediyor. Ethem Bey, Ankara’nın elindeki generallerin, albayların, tümenlerin yenildiği ilk savaşları, sonradan “çete” diye aşağılanacak Kuvayı Seyyare ile zaferlere çevirirken, sadece Milli Mücadele’nin kurumsallaşabilmesi açısından değil, aynı zamanda Milli Mücadele’nin bütünü ve zaferi için de stratejik bir misyon gerçekleştirecekti.

Ethem Bey, Milli Mücadele döneminde gerçekten stratejik rol oynamış bir şahsiyet. Kuşkusuz birazdan paylaşacağım gibi bu süreç, aynı zamanda Çerkes toplumunun kendi içinde bir iç savaş olarak da tezahür edecekti. Dolayısıyla Çerkes toplumunun bir kesiminin hafızasında ağır sorunlarla yüklü bir şahsiyet ekseninde konuştuğumun farkındayım. Ancak Çerkes toplumunun bir kesiminde haklı eleştirileri hak etse bile tarihsel olarak doğru bir konumda saf tutmuş ve sonrasında da hem parçası olduğu ülkeye hem de Çerkes toplumuna çok da daha anlamlı bir miras bırakabilecek bir şahsiyeti irdelediğim inancındayım.
Çerkes toplumunun kendi içinde bir iç savaş olarak şekillenen, Çerkes dinamizminin devletin birbiriyle iktidar mücadelesi veren iki kanadı adına birbirlerini kırdığı bu sürecin bir diğer özelliği de, Çerkeslerin Milli Mücadele’nin zaferinden sonra bir kenara atılması olacaktı. Öyle ki önceki dönemde kullanabildikleri haklarını, iç özerkliklerini, Çerkeslikleriyle varolabilme haklarını bile kaybedecekleri bir döneme geçeceklerdi.
Kurtulmasına ve kurumsallaşmasına kritik bir katkı yaptıkları Türkiye Cumhuriyeti, eşit yurttaş olarak yaşama imkânlarını, Çerkes olmaktan gelen kimlik haklarını, Çerkes kültürünü yaşatmanın imkânları ve iç özerkliklerini ellerinden alacaktı. İşbirlikçi temsilcilerinin devletin üst katlarında olmaya devam ettiği ama kimlik olarak inkâr edildikleri bir süreç olacaktı onlar için Cumhuriyet… Bu açıdan bu süreç, sadece Ethem Bey’in rolü ve tasfiyesi değil, aynı zamanda Çerkes toplumunun Milli Mücadele’deki çok ağır fedakârlıklarına rağmen, kendini ifade etmesi yasaklanmış kimlikler arasına katılmak zorunda kalışının hikâyesi… Dolayısıyla bu sürecin doğru irdelenmesi, bugün daha da derin bir yara haline gelmiş olan, demokratik, laik, sosyal bir hukuk Türkiye’sinin yaratılması açısından bize bir tarih bilinci oluşturmasıyla da büyük önem taşıyor.
Ethem Bey’in tasfiye edilmesi halinde; birincisi, Milli Mücadele’nin çok daha kısa bir zamanda sonuçlanabileceği, Yunan işgalinin ve yaşattığı sıkıntıların çok kısa bir zamanda çözülebileceği kanaatindeyim. Anlatacaklarım belirginleştirecektir kanısındayım.
Ethem Bey ile ilgili konuşmamız gereken ikinci mesele, onun varlığının sürebilmesi halinde meclisin, karar organı olmaktan çıkarılıp bir onay ve alkış makamı haline dönüştürülmesinin engellenmesi, dolayısıyla demokratik bir hayat olarak sürebilmemizin imkânı söz konusu olacaktı. Çünkü olağanüstü zaferleri ve toplumun farklı kesimlerinde kurmuş olduğu o dönemdeki popülaritesiyle Mustafa Kemal’i dengeleyebilen bir şahsiyetten söz ediyoruz.
Üçüncü paylaşmak istediğim de, Ethem Bey’in özellikle Yozgat isyanının bastırılmasını izleyen günlerde belirginleşen sosyalist yönelimidir. Ethem Bey’in etkinliğini sürdürebilmesi halinde bu memleketin sol ayağının o kadar kolay kırılamayacağı, dolayısıyla memleketin daha dengeli bir şekilde yürüyebilmesinin imkânları oluşacaktı kanaatindeyim.
Son olarak özellikle altını çizmek istediğim nokta da, Ethem Bey’in tasfiye edilememesi halinde Çerkes toplumunun elde edeceği statüdür. Yani 1864 soykırımı sonrası bu ülkenin her sıkıntısına kanı, emeği, hayalleriyle katılmış olan Çerkes toplumunun, cumhuriyet olarak kurumlaşan Türkiye’de eşit yurttaş olabilme imkânından söz ediyorum.
Oysa Ethem Bey’in hainlik boyasına boyanarak bir kenara atılabilmesinin başarılması bu dört imkânın dördünün de kaybedilmesini beraberinde getirecekti. Yunan işgali çok daha etkin olacak, savaş daha uzun sürecek, Meclis çoğulcu ve denetleyici olma imkânını kaybedecek, memleketin sol kanadı koparılacak ve Çerkes toplumu da Türkleştirme asimilasyonuna uğratılacaktı.
Gerçekten de Ethem Bey’i devre dışı bırakmayı önceleyen iktidar tahkimatı, 1921 ilkbaharı ve yazında Yunan ordusunun ta Polatlı’ya kadar gelebilmesinin yolunu açacak ve Milli Mücadele’nin çok daha fazla uzamasına neden olacaktı.
Keza, Ethem Bey’in sağlamış olduğu popülarite ve başarıyla çoğulculaşabilecek olan Milli Mücadele’nin önderlik bileşimi sayesinde Meclis çok daha amir, anayasada yazıldığı gibi egemenliği kayıtsız şartsız kullanabilir bir pozisyonda olacaktı. Dolayısıyla Türkiye de bir otokrasi değil, pekâlâ demokrasi olarak yaşayabilme imkânına sahip olacaktı.
Üçüncü mesele, Ethem Bey’in sol bir kimliğe bürünmesiyle adeta kendisine yönelik saldırıların daha da öncelenmesi, adeta Yunanlılarla yapılan savaştan daha önemli bir sorun haline getirilmesi olacaktı. Nitekim Türkiye’nin sonraki tarihi, örneğin 1 Mayıs’ın kutlanamadığı, sendikal hak ve özgürlüklerin kullanılamadığı, Nâzım Hikmet’lerin hayatının hapishanelerden geçmek zorunda kalacağı, sol siyaset ve örgütlenmelerin tümüyle yasak olduğu bir yerden şekillendirilecekti.
Dördüncü olarak da Ethem Bey’in bu “hainlik” damgasıyla tasfiye edilmesinin, Türkiye’yi sadece Türkleştirmek, sadece Sünni Müslümanlaştırmak ve sadece kapitalist bir yolda yürütmek projesinin çok rahat uygulanabilmesini ve dolayısıyla Çerkeslerin de bu toplumda Çerkes olabilme özgüveni ve kurumsal haklarının çalınmasını beraberinde getirecekti.
İşte Ethem Bey’i tartışırken aslında tüm bunları, bu anlamda sadece dünü değil, aynı zamanda bugünü ve geleceği tartışıyor olacağız.
Ethem Bey dönemin resmi komutanlarınca küçümsenmek bağlamında “çavuş” olarak nitelendirilen, askeri eğitimini yarım bırakmış, Milli Mücadele’yi ilk başlatmayı düşünen komutanlar kendisinden talepte bulunmasalardı belki de hayatını babasının çiftliğinde yaşayacak olan bu kişinin siyasal ve askeri sürece katılmasının akabinde adeta bir Aşil’e, bir savaş tanrısına dönüştüğünü görüyoruz. Nerede bir yenilgi, bir kriz varsa oraya yetişen ve kazanan bir şahsiyet örneği karşısındayız.
Çerkes toplumunun iç derinliklerde yaşayan yaraları açısından düşünecek olursak; kuşkusuz Çerkes Ethem aynı zamanda bazı Çerkes yerleşimleri açısından da oldukça problemli bir isim. Bu ülkenin önceki tarihinde de Teşkilat-ı Mahsusa’nın genç, kullanılan bir üyesi olarak da epey problemli pratiklere katıldığını iddia edersek yanılmış olmayız. Ama bu gibi problem alanlarını bir yana bırakıp, onun iradesiyle katıldığı bir süreç olarak Milli Mücadele özgülünde irdelediğimizde, tarihsel olarak doğru yerde durmuş ve çok kritik işlevler görmüş bir şahsiyetten söz ediyoruz. Bu açıdan benim doğduğum, büyüdüğüm Düzce de dahil belli Çerkes bölgelerinde hak ihlalleri de içeren davranışlarına rağmen, tarihsel misyonu itibariyle Çerkes toplumunun bütününe bir rol modeli olması açısından pozitif yanları baskın bir şahsiyet örneği oluşturmaktadır.
Çerkeslerin iç savaşı
Bildiğiniz gibi 1 Ekim 1919’da, iktidarını ülkenin bütününe yaymaya çalışmakta olan sultanın adına ve tabii aynı zamanda İngiliz işgal kuvvetlerinin de talebi doğrultusunda, yine bir Çerkes şahsiyetin, Anzavur Ahmet Paşa’nın, Milli Mücadele güçlerini bastırmaya yönelik seferleri başlıyor. Bu seferlerin başlamasının akabinde Ethem Bey tarafından bugünün Mustafakemalpaşa ilçesinde yenilgiye uğratılıyor. Buna karşılık Ankara’nın düzenli ordu komutanları gerek Ahmet Paşa gerek başka hilafet güçlerinin saldırıları karşısında Ethem Bey’in başarısını gösteremeyecekti. Dönemin parlayan ve Ethem Bey’le de uyumlu olan dönemin komutanlarından Kazım Özalp, 10 Mart 1920’de “Salihli komutanı Ethem Beyefendi’ye” diye bir mektup yazıyor. Bu ve birkaç mektubu burada okumak istiyorum. Çünkü hem düzenli ordu komutanları ve siyasal aklının neler yaşadığını hem de Ethem Bey’in onlara nasıl büyük ve yeri doldurulmaz bir imdat simidi olarak yetiştiğini göstermek açısından önemli. Üstelik bu mektupları, daha sonra “Nutuk” ve diğer resmi tarihyazımlarında anılmayacak olmaları nedeniyle de önemsiyorum. Diyor ki Kazım Özalp:
“Her yanda, cephemize yakın ve geri bölgelerinde bile durum son kerte tehlikeli bir biçim almıştır. Biga dolaylarında kuvvetimizi bozmayı başaran Anzavur melunu birkaç gün önce Gönen üzerinden Yarbay Rahmi Bey’in alayını da bozguna uğratmıştır. Alay dağılmış, ayaklanmacılar Gönen çevresine hâkim olmuştur. Durumu tehlikeli gören kolordu komutanı Yusuf İzzet Paşa Bandırma’dan çekilmiş, Anzavur direnmesi Bandırma’ya girmiştir. Yusuf İzzet Paşa’nın Bursa’ya ansızın çekilmesi tümenimizin durumunu tehlikeye düşürdüğü gibi bu, moral üzerinde kötü etkiler yaratmıştır. Bize ne Bekir Sami Bey tümenlerinden ne de başka bir yandan yardım gelmesi imkânı olmadığını biliniz. Ayaklanmacıların Balıkesir’i ele geçirmeleri halinde Yunan kuvvetleriyle birleşeceklerdir. Bu da bizim için felaket olacaktır. Durum tehlikelidir, telgraf başında muvaffak cevabınızı bekliyorum.”
Bir yardım çığlığı karşısında Ethem Bey kalkar gider, Anzavur kuvvetlerini Susurluk’ta 10 saate varan çatışmalarla ezer, püskürtür. Ethem’in olduğu bu savaşlarda karşı tarafın cephanesi ve dağılan ordusunun kuvvetleri bu tarafa geçerken, Ethem Bey’in olmadığı savaşlarda ise milli ordunun düzenli ordusunun silahları ve kuvvetleri de Anzavur’un askerleri haline gelir. Anzavur tekrar nisan ayında güçlerini toparlar, daha büyük bir kuvvetle yeniden Anadolu’ya saldırır.
Arada küçük bir parantez açayım: Benden daha iyi bileceğiniz gibi 1864 soykırımı sonrasında Anadolu’ya, Osmanlı’ya getirilen gelen Çerkeslerin yerleşiminde iki öğe esas alınmıştır. Bir tanesi, sultanın kendi yaşam alanı olan Marmara’nın çevresine Çerkes yerleşimi ile adeta saltanat için bir koruma ve üretim bölgesi oluşturulmuştur. Geriye kalan Çerkesler ise Osmanlı’nın başı nerede dertteyse, Balkanlar’da, Arap coğrafyasında, Ermenilerin hak mücadelesine karşı kullanılmak üzere mevzilendirilmişlerdir. Yani yardım ediliyormuş gibi yapılan Çerkesler, gerçekte tarihsel ömrünü doldurmuş Osmanlı’nın ömrünü uzatmak üzere ölüme sürülecek bir asker deposu olarak kullanılmışlardır. O nedenle, dikkat edin, Çerkeslerin özellikle bir gün kimlik hakkı talep edebilmelerini engellemek üzere toplu yerleşimleri özellikle engellenmiştir. Bugün eğer Suriye’de, Ürdün’de, Balkanlar’da, dünyanın ve Türkiye’nin dört bir tarafında küçük küçük Çerkes yerleşimleri varsa hep bu istismarcı politikanın, aslında bir yardım eli uzatma zihniyetiyle davranmamış olmanın göstergesi.
Anzavur’un ikinci saldırısı karşısında İsmet İnönü, ki bu dönemde genelkurmay başkanıdır, Ethem’e şöyle yazar; “Mustafa Kemal yanımda” der. “Sizinle görüşmeyi sağlayabilmek için çok zorluğa uğradık, kimi yerlerde şimendifer tellerinden yararlandık, birçok yerlerde bağlantımız hemen hemen yoktur. Merkezde de gücümüz kalmadı, Albay Mahmut tümeni Hendek boğazında Düzce’yi geçerken saldırıya uğradı, Mahmut Bey şehit oldu, askerler dağıldı, malzemeler karşı tarafa geçti. Ankara’nın kuzeybatısı yönündeki bütün öbür ayaklanma bölgelerine gönderdiğimiz Yarbay Arif kumandasındaki müfrezenin felaket haberi de geldi. Geyve
boğazını savunan 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa’nın durumu tehlike göstermekte ve günden güne sıkıştırılmaktadır. Böyle bir sırada sizin başarınız büyük ve güzel bir rastlantıdır. Sizi kutlarız. Bulunduğunuz yerdeki ikinci derecedeki işleri Albay Kazım Bey’e bırakarak en kestirme yolla ve atlı kıtalarıyla da Geyve boğazında Ali Fuat Paşa’nın yardımına koşmanızı dileriz. Bunu Ali Fuat Paşa’ya bildirmek için ‘evet’ demenizi ikimiz telefon telgraf başında bekliyoruz.”
Ethem yine her zamanki davranışıyla ikiletmez, karşı soru sormaz ve peş peşe bir dizi alanda, bir kısmında karşısında doğrudan Çerkes toplumunun başka güçleri de olmak kaydıyla kuşkusuz, Anzavur Ahmet Paşa’nın bütün kuvvetlerini parça parça yener ve bütün bölgeyi güven altına alır. Anzavur Ahmet sorununun çözülmesi sultanın, halifenin Milli Mücadele’yi ezebilme umudunu ortadan kaldırır. Ankara’daki Meclis’in güvenle çalışabilme, Milli Mücadele’nin güç biriktirebilmesi ve kurumsallaşabilmesini mümkün hale getirir.
Dolayısıyla şu ana kadar anlattıklarıma sonraki tarihyazımlarında hiç atıf yapılmaması, eğer Ethem Bey’e atıf yapılacaksa Çerkesliği özellikle vurgulanarak, yanına “hain”, “şaki”, “asi”, “çeteci”, “isyankâr” vurguları eklenerek anlatılması, ne denli ciddi bir manipülasyonla karşı karşıya olduğumuzu gösterir.
Ethem Bey ihtiyaç duyulan her yere koşan, karşı koşul öne sürmeyen ve girdiği her savaşı kazanan bir şahsiyet. Bu performansın çok doğal karşılığı rütbe artırılması, karar süreçlerinin içine alınmasıdır. Dönemin tüm askeri pozisyonlarındaki kişilerin hepsi, 30’lu yaşlarındaki generaller, albaylar, o yaşta o rütbelerde olmaları kazandıkları başarıların ödülleri. Bu açıdan baktığımızda Ethem Bey’in, kritik başarılarına rağmen bu zorunlu gereklerinin dışında tutulup “çavuş” olarak bekletilmesi aslında hem askeri rasyonalite hem Milli Mücadele’nin çıkarlarına uymayan bir davranışı ifade eder.
İkinci mesele, az önce belirttim, bu savaşlar aynı zamanda Çerkes toplumunun hem olağanüstü bir özveri gösterdiği hem de ikiye bölündüğü için kendi içinde bir iç savaşı olarak da şekilleniyor. Milli Mücadele’nin ilk dönemi, neredeyse Çerkeslerin ya Yunan ordusuna ya iki farklı cephede birbirlerine karşı savaştıkları ve dolayısıyla bu var olup olmamanın belirlendiği ilk döneminde, yaşamsal bir rol oynadıkları gerçeği karşısındayız. Bu da Milli Mücadele’nin zaferi sonrasında kurulacak ülkede Çerkeslerin bu savaşın belirleyeni olarak hak ettikleri gibi kimlikleriyle, ulusal aidiyetleriyle yaşama hakkına sahip oldukları bir Türkiye’de yaşamalarını fazlasıyla hak ettiklerini gösterir. Ne var ki kanlarıyla var edecekleri ülke bu haklarının inkârı üzerinden kurumsallaşacaktı. Bunun için başarıları ve fedakârlıklarının tarihten de silinmeye çalışılacağı görülecektir.
Sultanın orduları yenilmiştir ama Ethem Bey’in de saptadığı gibi, Yunanlıların geniş bir saldırının hazırlıklarını yapmaktadır. Ama bu sırada 1920 Haziranı, Yozgat’ta yeni bir isyan patlak vermiştir ve Ankara, abisi Reşit Bey’i de devreye sokarak ısrarla Ethem Bey’in gelip Yozgat’taki isyanı bastırmasını istemektedir. Gerek hatıralarını gerek dönemin yazışmalarını okuyanlar bilir, Ethem Bey, “Yozgat’ı sizler bastırabilirsiniz ama benim şu anda tuttuğum alan Yunan saldırısı ihtimali nedeniyle çok kritik, benim buradan ayrılmam burada her şeyi berbat edebilir” diye adeta yalvarır. Kurmay eğitiminden geçmemiş ama bu ve bundan sonraki süreçte de göreceğimiz gibi dönemin tüm kurmay aklından çok daha ince bir kurmay zekâ sergileyen öngörüsüyle, ısrarla Ege’deki tehlikeye işaret eder fakat buna rağmen ısrarla Ankara’ya çağrılır. Tabii ricacı bir dille… Çünkü Ankara, kendisini koruyacak bir kuvvet üretimi gerçekleştirememekte ve Ethem’e muhtaç durumdadır. Mustafa Kemal ona gönderdiği telgrafta “Ethem Bey, bu isyanı bastırabilirseniz vatana tahmin ettiğinizden çok daha büyük hizmette bulunmuş olursunuz” der.
Ethem Bey, Ankara’da, “Bir yıl geçti Sivas Kongresi’nden, Ankara’daki Meclis’i kurduğunuzdan bu yana. Hâlâ bir Yozgat isyanını bastıracak güç biriktiremiyorsunuz” diyor. Ethem Bey’in kişilik yapısı, kızdığında freni tutmayan, diplomasi yapmayan, içinden ne geçiyorsa onu pat diye söyleyen bir şahsiyet örneği; kimsenin de ona ne biçim konuşuyorsun diyecek takati bulunmuyor.
Bu süreçte Ankara’daki tek araba olan Mustafa Kemal’in otomobil Ethem Bey’in emrine verilir. Ankara’da özel bir törenle karşılanır, bütün Ankara sokaklara dökülmüştür. Ethem’i alkışlayan ve ona iltifatlar, sloganlar atan bir karşılama söz konusu. Halide Edip, birlikleri arasında silahlı kadınların olmasından büyük bir övgüyle söz eder. İşte onun boyu bosu vesairesi üzerine… Halide Edip de çok etkilenmiştir.
Ankara’daki diğer sakinler gibi İsmet Bey, bu tutumuna karşı “Bizim Yozgat dolaylarındaki ayaklanışı ne yazık ki kökünden söndürecek bir gücümüz kalmamıştır” diye çok açık bir itirafta bulunur. Ethem koşul belirtir: “Yunan kuvvetlerinin saldırıya geçeceğinden eminim, ben Yozgat’a gideceğim ama koşulum şudur; üçünüzden birinin mutlaka komutayı alarak, sorumluluğu üstlenerek Ege’deki bu olası durumun önlenmesi konusunda bana söz vermeniz.” Onlar da söz verir. İşte bu sözün ardından 2.000’in üzerinde asker, 70’in üzerinde subay toplar ve oraya gider. Çok kısa bir zaman sonra da Yozgat isyanını bastırır.
28 Haziran 1920 tarihinde Mustafa Kemal’in bir diğer telgrafı; “Kuvayı Tedibiye Kuvvetleri Genel Komutanı Ethem Beyefendi’ye” başlığıyla yazdığı telgrafta “Son Arap Seyfi Boğazı’nda elde ettiğiniz kahredici zaferinizden dolayı bütün kalbimle zatıâlilerinizi kutlarım” diye yazar. Yozgat isyanının beklenenden çok kısa bir zamanda halledilmiştir ama bu durum Ethem Bey’den gizlenen yenilginin de itirafını zorunlu kılar. Genelkurmay Başkanı İsmet Bey durumu Ethem Bey’e bildirir. İsmet Bey 3 Temmuz telgrafında Ethem Bey’in uyardığı felaketi “Yunanlılar ani saldırıya geçti ve cephelerimiz bozuldu” diye aktarır. Genelkurmay’a gelen son savaş raporlarına göre hiçbir tarafta ciddi direniş gösteremeyen düzenli ve milli birliklerimiz… Bu düzenli ordu meselesi sonradan Ethem Bey’e yönelik kuşatma ve saldırının temel bahanesi olacaktır. Gerçekten de “Artık belli bir noktaya geldik, düzenli orduya geçmek lazım, Kuvayı Seyyare’ye ne gerek var” diyen bir mantık örgüsüyle karşılaşırız. Oysa bu ana kadarki bütün veriler ortaya koymaktadır ki Ethem Bey’in Kuvayı Seyyare’sinin gösterdiği performansı, düzenli ordu gösterememektedir. Üstelik Ethem Bey’in Kuvayı Seyyare’si asla “Ben sizin yerinize geçeceğim, siz bana tabi olun” diyen bir yerde durmaz. Düzenli orduların yapamadığı işleri, ona destek olarak yapan bir yerde durur. Buna rağmen düzenli ordu, Ethem Bey’in iktidarsızlaştırılması, tasfiye edilmesi için bir araç yapılacaktır. Oysa Yozgat isyanının bastırılması ve Yunanlıların 1920’de sergiledikleri o olağanüstü atılım günlerinde düzenli ordu, tıpkı Anzavur Ahmet Paşa karşısında olduğu gibi dikiş tutturamamıştır.
Nitekim İsmet Bey’in telinde, “Düzenli ve milli birliklerimiz düşman ilerledikçe erimekte ve dağılmaktadır. Savunmayı zayıf bulan düşman ordusu iki koldan ilerlemesini sürdürmektedir. Bir kolu Balıkesir’i, diğer kolu Alaşehir ve civarını işgal etmiştir. Eğer Yunanlılara herhangi bir yandan darbe indirmeyi başaramazsak durmadan ilerleyecekler” denir. Adeta üstüne rapor verme, düzenli bir bilgi verme hali karşısındayız. Neden? Üç hafta önce Ankara’da kendisine verilmiş sözün yerine getirilmemiş olmasının, Yunanlıların saldırıya geçebileceği kaygısının dikkate alınmamış olmasının ezikliği yaşanmaktadır. Gidip oranın komutasını üstlenmesi gereken Fevzi Çakmak Ankara’da oturmaya devam etmiştir ve dolayısıyla da Yunanlıların önü açık olmuştur. Yozgat isyanı çok çabuk bastırılmıştır ve Ethem Ankara’ya gelecektir, dolayısıyla bu bilginin geciktirilme imkânı da kalmamıştır, bir an önce Ethem’i bilgilendirmek gerekmektedir. Ama bu bilgilendirmenin bir diğer nedeni vardır, bu neden İsmet Bey tarafından şöyle açıklanır:
“Böyle bir direnişi, böyle bir önemli görevi üzerine alıp başarabilecek olan kuvvet ancak sizin morali kırılmamış birliklerinizdir.” Yani düzenli ordu bir önceki dönemde Anzavur karşısında havlu attığı gibi şimdi yeniden havlu atmıştır. Ethem Bey gelir ama Ankara’ya birinci gelişinde onu karşılayanlar Ankara’da değildir. Ne Mustafa Kemal ne Fevzi Çakmak… İsmet İnönü onu karşılar, bilgileri verir ve derhal bu Yunan saldırısının durdurulması gereği üzerinden ricalarını yineler. Bunun üzerine Ali Fuat Paşa komutasında bir Genelkurmay toplantısı yapılır. Ethem Bey fevri, özgüvenli ve aynı zamanda ironi geliştirme yeteneğiyle Ali Fuat Paşa’ya der ki: “Hayrola, Mustafa Kemal niye yok burada?” Ali Fuat’ın tavrı geçiştiricidir: “O, biz ne karar verirsek ona uyacağını söyledi, Afyon bölgesindeki güçleri toparlamaya gitmiştir. Biz şimdi onu bırakalım da bu işte ne yapacağımıza karar verelim” der.
Gerçekten de yeni bir planlama yapılır. Ama ilginçtir; kuzeyde, İnönü bölgesinde Yunan saldırısını durdurma işini General Ali Fuat Paşa üstlenir, güneyde yine olası bir saldırı ihtimaline karşı General Mustafa Kemal güney bölgesini tutmak için oraya gitmiştir. Peki, Yunanlılara kim saldıracak? Yunanlılara saldırı işi yine “çavuş” diye küçümsenen Ethem Bey kuvvetlerine bırakılmıştır. Ethem Bey bunu da ikiletmez, 13 Temmuz Afyon telgrafhanesinden, Mustafa Kemal’den şu telgrafı alır, söz konusu saldırı planlamasının öncesinde: “Ethem Beyefendi’ye. Gözü daima ileride olan saldırgan düşman birliklerinin yoğunluğu oranında tüm dikkatler ve umut, deneyimli müfrezelerinizin atışlarının sonucuna çevrilmiştir.”
Ethem Bey ya bu savaşı kazanacak, Demirci’yi ele geçirecektir ve Yunan yayılmasının özgüveni ve ilerlemesi kırılacak, dolayısıyla Ankara bir kez daha güvence altına alınacaktır veya sonrası tümüyle meçhul… Fakat ne olur? 14 Temmuz 1920’de gün boyu süren çatışmalar sonucunda Demirci, Kuvayı Seyyare tarafından ele geçirilir, Yunan ordusunun yayılma özgüveni kırılır ve bir kez daha Milli Mücadele’nin kaderi değişir. Mustafa Kemal şu telgrafı iletir: “Demirci’yi geri alan kahraman müfrezelerinizin aralıksız kahramanca hücumları ile bozulan Yunan ordusunun ilerleme harekâtını durdurduğu ve gevşediği anlaşılmaktadır, yardımınıza bir askeri birliğin gönderilmesini Uşak civarındaki tümen komutanına emrettim (oysa bu sırada savaş bitmiş artık). Gözlerinizden öper, başarılarınızı kutlarım.”
“Popülaritesi, etkinliği olağanüstü artmış, Meclis’teki muhalifleri olağanüstü özgüvenli ve denetleme, dengeleme görevi yapabilmelerini sağlatmış olan Ethem Bey’in tasfiyesi sürecine geçilecektir”
Değerli arkadaşlar, bu bilgi bu ikinci tablonun da köklü bir şekilde değişmesini sağlar ama siyaset, şu ana kadar yapılanların gerektirdiği vefa, Milli Mücadele başarılarını öncelemenin gerektirdiği rasyonalite, savaş hukuku ve pratiğinin gerektirdiği hiyerarşiyi yeniden düzenleme gereklerine uygun şekillenmez. Tam tersine olur; popülaritesi, etkinliği olağanüstü artmış, Meclis’teki muhalifleri olağanüstü özgüvenli ve denetleme, dengeleme görevi yapabilmelerini sağlatmış olan Ethem Bey’in tasfiyesi sürecine geçilecektir. Tam bu süreçte, yani Ankara’nın bu sefer yine bir hata olarak, yine bir kurmay zaafı olarak “Artık Yunanlıların bir daha doğuya doğru yayılmaya kalkma ihtimalleri kalmamıştır, nasıl olsa Yunanlıların özgüvenini bir kez daha kırdık, dolayısıyla dönüp Yunanlılarla uğraşmayı bir tarafa bırakalım” diyen bir davranış hattına geçilir. Artık içerideki hiyerarşiyi kurmaya; yani herkesin Mustafa Kemal’den emir alacağı hiyerarşinin inşasına; ikincisi, Meclis’teki muhaliflerin etkisiz kılınmasına; üçüncüsü, Yozgat bastırması sonrasında sol tavrı netleşmiş olan Ethem Bey’in ve Ethem Bey ile birlikte Eskişehir’de, Erzurum’da, Trabzon’da, Ankara’da ciddi bir örgütlenme düzeyine ulaşmış solun tasfiyesi sürecine geçilecektir.
Çoğumuz bilmeyiz, hani 1920 Eylül ayında Ankara Meclis’inde bir oylama yapılır, içişleri bakanı seçilecektir. Bu dönemde Meclis, anayasa gereği egemenliği kayıtsız şartsız kullanıcı organdır, içişleri bakanlığı koltuğunun boşalması sonrasında- içişleri bakanlığı seçimi yapılacaktır. Ama kim seçilir? Tokat Mebusu Nazım Bey seçilir. Nazım Bey kimdir? Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası başkanı, yani bir komünisttir. Mustafa Kemal “Asla çalışmam bir komünistle” der ve bu bir Ankara krizine dönüşür. Meclis buna itiraz eder, yani “Bizim hukukumuz, anayasamız bunu emretmektedir, biz de Nazım Bey’in yeterliliği, performansı, Meclis’teki ortaya koyduğu tavırlar nedeniyle içişleri bakanı olmasını istiyoruz” der. Ancak Mustafa Kemal “Asla çalışmam” duruşunda inat eder ve Çerkes Ethem’den onun istifasını sağlama rica edilir. Çerkes Ethem, artık yoldaşı olmuş Nazım Bey’e, “Milli Mücadele’nin bu kritik zamanında sorun yaşamayalım, rica ediyorum senden, istifa et ve bu süreci şimdilik böyle götürelim” der. Nazım Bey Çerkes Ethem’in bu talebini kırmaz, içişleri bakanlığından istifa eder, yerine Refet Bele getirilir. Refet Bele ise Meclis’te tekrarlanan oylamalara rağmen Nazım Bey karşısında yenilmiş kişidir.
Nazım Bey’in içişleri bakanı seçilip tasfiye ettirilmesi tarihini, 1920 Eylülünü esas alırsak; artık Ege’deki Yunan ordusu da durdurulmuştur. Ankara’nın düzenlenmesi sürecine, solun ve Ethem Bey’in tasfiyesi sürecine geçilecektir. Ethem Bey’in dayanılmaz popülaritesi, etkinliği ve üstelik de artık on binlerce kişiye komuta edebilmesi… Kazım Özalp, Ali Fuat Paşa dahil olmak üzere kendisinden yaşça ve rütbece çok büyük olanların da olağanüstü saygı duydukları biri olması… Bir savaş planlaması yapılacaksa onsuz olmaz dedikleri… Keza Meclis tartışmalarında da Meclis’in daha özgüvenli bir şekilde dengeleme ve denetleme görevlerini yapabilmesinin dayanağı olması, üstüne üstlük Bolşevizm savunuculuğuna geçmesi… Bütün bunlar dayanılmaz bir atmosfer demektir ve tasfiyesine yönelinecektir.
1920 Aralık-1921 Ocak ayları hem sol hem de Ethem Bey’in tasfiye sürecidir. Eskişehir’de, altbaşlığında “Dünyanın Fakir Çalışanları Birleşiniz” yazan Yeni Dünya gazetesi tasfiye edilir önce. Ankara’daki Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası -üstelik üç temsilcisi milletvekilidir, biri Şeyh Servet, biri Afyon mebusu Mehmet Şükrü, diğeri de Nazım Bey, milletvekillikleri düşürülecektir- yöneticileri, İstiklal Mahkemesi’nde 15 yıl taş kırma cezası ve diğer ağır cezalara çarptırılacaktır. Milli Mücadele’ye desteğe gelen Türkiye Komünist Partisi yöneticileri Mustafa Suphi ve yoldaşları da Karadeniz’de boğdurtulup üstü örtülecektir. Ethem Bey de, güneyinden Refet Bey, doğu kuzeyinden uğratılacağı saldırıyla Ocak 1921’de tasfiye edilecektir.
Değerli arkadaşlar, işte bu tasfiyelerin öncesinde garip şeyler olmaya başlar. Milli Mücadele’yi ilk başlatanlardan Ali Fuat Paşa Batı Anadolu’nun komutanı olarak bölgenin dengelerini sağlayan, kriz zamanlarında, resmi ordu kuvvetleriyle askeri eğitimden geçmemiş Ethem Bey arasında olası krizleri çözen, cepheyi uyumlandıran, herkesin hem komutan hem de aynı zamanda ağabey olarak bildiği Ali Fuat Paşa birdenbire Ankara’ya çağrılır ve Moskova’ya büyükelçi olarak atanır.
Ali Fuat Paşa’nın askerliğini tartışacak durumda değilim ama Ali Fuat Paşa o cepheyi toparlayan, kriz çözen adamdır. Ali Fuat Paşa, Fahrettin Altay’ın Ethem Bey karşıtlığına karşı: “Evet, o çavuştur, bizim gibi eğitim görmemiştir ama artık o milli mücadelenin kahramanıdır ve onun bu pozisyonunu dikkate alarak davranmak zorundayız” diyerek karşı çıkar örneğin… Daha sonra örneğin Ethem Bey, Meclis Komisyonu’na Fahrettin Altay için “Girdiği bütün savaşlarda kuvvetlerini düşmana bırakarak geri çekilen adam” diyecektir. Ali Fuat Paşa hayatında diplomasi yapmamış, bilmemiş, 16 yaşından beri harbiye, askeri savaş, cephelerde olan biri, Moskova’ya gönderilmesi, Ethem’e karşı operasyonun ilk adımı; çünkü cephe komutanı olduğu müddetçe Ethem’i etkisizleştirmek imkânsız. Ali Fuat’ın yerine kim atanır? Bir zamanlar Nazım Bey’in karşısına içişleri bakanı seçtirilen ve o sırada içişleri bakanı olan Refet Bele batı cephesinin güney bölümünün komutanlığına atanır. İçişleri bakanı görevi zaten yeterince ağır, niye oraya atıyorsunuz? Çünkü Ethem Bey’le sorunları var. İkincisi, o sırada Genelkurmay Başkanı olan İsmet Paşa da Ali Fuat Paşa’nın yerine Batı Cephesi Komutanı olarak atanır. Her ikisi de Ethem Bey’in tasfiye edilmesi konusunda mutabakat içinde olan iki komutan.
Normal işlerlikte eğer bir savaş tahmin edilmemişse, eğer bir savaşta yenilgi alınmışsa oradaki genelkurmaylık sorgulanır, genelkurmaylık aklı sorgulanır, savaşta başarısızlık elde edilmişse görev değişimi yapılır. Burada böyle bir şey yapılmaz. Üstelik ikisinin de çok ama çok ağır iki görevi olmasına rağmen o görevler baki kalmak kaydıyla -oysa Ankara’da bu sırada yığınla general vardır- görevlerinin üstüne, adeta biri doğudan, biri güneyden Ethem Bey kuvvetlerinin yerleşim alanlarını kuşatmak üzere iki yerleşim gerçekleştirir ve onlara düzenli ordu kurma ve bölgedeki tüm seyyar kuvvetlerin kendilerine tabi olmasını sağlama emri verilir. Peki, bu emir Meclis’te mi verilir? Meclis’in en küçük anlamda haberi yoktur. Hükümette? Hayır! Mustafa Kemal emri vermiştir ve bu uygulama içinde bu görev değişimi yapılmıştır. Ali Fuat Paşa da belli ki yorulmuştur, önce “Ben diplomasi bilmem, bulunduğum yerde memnunum” der ama ısrar etmez, Moskova’ya gider.
Şimdi artık Çerkes Ethem’in asker toplaması, savaş planlamalarında çağrılıp görüşlerinin alınması imkânsızlaştırıldığı gibi, tam tersine, kendisine “Topladığın askerlerin bize sayılarını, isimlerini, künyelerini bildir, onları bize devredeceksin” talimatları gönderilir. “Peki, ben ne olacağım?” Hiçbir şekilde bilgi verilmez, hiçbir muhataplık söz konusu olmaz, hatta bunun üzerine Ethem Bey bir ara kızar ve silahlı bir şekilde İnönü’nün karargâhına gider. “Ne oluyor, beni tasfiye mi etmek istiyorsunuz?” der. İsmet Bey olağanüstü diplomatik yetenekle -Şark kurnazlığı da denebilir- hemen Ethem Bey’i kucaklar, “Aman Ethemciğim, benim seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun, aslında Refet de seni çok sever, istersen hemen şimdi çağırayım, senden özür dilesin” der. Resmi belgelerde bunlar çok ayrıntılı olarak var değerli arkadaşlar.
Ethem o görüşmede yumuşamış, yelkenleri indirmiş olarak “Tamam, o zaman ne istiyorsanız ama lütfen bana söyleyerek yapın, yani bana söyleyin, beni istemiyorsanız gidip köyüme yerleşmeye hazırım” der. “Refet Bele’yi asla affetmeyeceğim çünkü bulunduğu her cephede arkamı boşaltmaya, beni emrivaki durumlara düşürmeye çalışıyor. Üstelik de ben Yozgat isyanının bastırılması sırasında, isyana katılan çok önemli bir Alevi önderi olan Galip Dede’yi ikna ettim ve bunun üzerine Galip Dede, oğlunun komutasında 500 kişilik bir birlik burada Yunanlılara karşı savaşa katıldı. Oysa Refet Bey benim arkamdan gitti Yozgat’a, Galip Dede’ye, ‘Ethem’in size verdiği sözlerin hiçbir hükmü yoktur, sizi cezalandıracağız’ diye tehdit etti. Bunun üzerine oğlu ‘Mademki bizim dedemizi tehdit ediyorsunuz, biz de çekiliyoruz’ diyerek 500 kişilik müfrezeyi çekip Yozgat’a geri gitti. Dolayısıyla istiklal mahkemesinde yargılanmasında ısrarlıyım” diyen bir yerde duracaktır.
Özetle, düzenli ordu dayatması Ethem’le Ankara arasında gerilimin artmasına, Ethem’in direnmesini ama asla ayaklanmamasını, cephe sorumluluklarını aksatmaması ama savaşçılarının künyesini yukarıya bildirmeyi ertelemesi, kendi kuvvetlerini dağıtmaması hattında duracaktır. Bunun üzerine Mustafa Kemal onun “isyan ettiği” ve artık cezalandırılması gerektiği doğrultusunda yazışmalara başlar ve bu süreçte Meclis devreye girer. Meclis’te Ethem Bey taraftarlığı olağanüstü büyüktür. Ethem Bey’in sol bir pozisyon alması kuşkusuz Meclis’teki eşraf, din adamları temsilcisi olan, görece muhafazakâr kesimi ciddi anlamda rahatsız eder. Onun sol kimliği, örneğin gazetelere röportaj verip “Türkiye’nin sorunlarını ancak Bolşevizmle çözebiliriz” gibi demeçleri Ankara’da çok ciddi rahatsızlık yaratır. Buna rağmen “En azından bir denge gücüdür”, “En azından bilgilenme imkânlarımızın garantisidir” diyerek Ethem’in tasfiyesine itiraz eder ve sorunun konuşarak uzlaşmayla çözülmesinde direnirler.
6 kişilik Uzlaştırma Kurulu
Mustafa Kemal’in Ethem’in tasfiye kararlarını uygulatamaması, Meclis’in ısrarla Ethem Bey’e sahip çıkması karşısında fiili bir durum arayışına girilecektir. Meclis bunun üzerine “Hiç olmazsa bir uzlaştırma kurulu kuralım, Ethem Bey’e gönderelim, bir de bizim temsilcilerimiz bir görüşsünler” der ve sonuçta 6 kişilik bir uzlaştırma kurulu belirlenir. “Nutuk”ta bu uzlaştırma kurulundan nasihat kurulu diye söz edilir. Bu “nasihat mi uzlaştırma kurulu mu” meselesinin bir benzerini 1921 Mart’ında Koçgiri’de de yaşayacağız. Koçgiri’nin temsilcileri demektedir ki: “21 Anayasası yerel yönetim özerkliğini kayıt altına almaktadır. Biz kendi yöneticilerimizi kendimiz seçmek istiyoruz, bu koşulla birlikte elbette ki Milli Mücadele’nin yanındayız ve Milli Mücadele’nin parçasıyız.” Ama bu da reddedilir ve nasihat kurulu veya uzlaştırma kurulu sorunu orada da görülecektir.
Celal Bayar, Kılıç Ali, Vehbi, Eyüp Sabri, Reşit’ten oluşan 6 kişilik Uzlaştırma Kurulu gidip Ethem’le görüşme yapar. Konuştuktan sonra tablonun Ankara’da konuşulduğundan farklı olduğunu anlarlar ve çözüm eksenli bir rapor düzenleyip Mustafa Kemal’e gönderirler. Raporda şöyle derler: “Ethem ve Tevfik Beylerle şimdi görüştük. Yetkili heyet önünde, bahis konusu olan konuşmaları tekrar ederek, usul ve inzibat dahilinde hareket ve Büyük Millet Meclisi’nin kararlarına harfiyen riayet edilmesini istedik. Bunun için anlaşmazlık varit olmayacağını ve işlerin tamamen bu şekilde cereyan edeceği cevabını aldık.”
Yani isyan etmiş diye gittikleri Ethem Bey onlara, “Elbette ki Meclis’ten gelecek her türlü karar başımın üstündedir” demektedir. “Ben isyan falan etmedim, ortada bir sorun var, bu sorunu çözmenizi istiyorum” der ikinci paragraf: “Emniyet ve itimadın fiilen teessüs edilmesi, güvenliğin fiilen sağlanması ve devamı için vaziyeti bu şekilde şekle soktukları iddia edilen Fahrettin Altay ve Refet Beylerden Fahrettin Bey’in daima düşmana ganimet bırakmakla kumanda mevkiinin sarsıldığını ve bundan başka düşman karşısında kuvvetlerinin parçalanmasına sebebiyet verdiği ileri sürülerek artık başka bir yerde çalışmasına…” Yani “Bizim bölgemizden alın bu adamı” diyor Ethem ve belli ki heyet de buna ikna oluyor. Kuvvetlerin parçalanmasına sebebiyet verdiğini ileri sürerek artık başka bir yerde çalışmasını ve “şahsen tanıdıkları ve güvendikleri Kazım Özalp’ın Fahrettin Bey’in yerine getirilmesini, vatanın selameti namına müsaade buyurulmasını”… Dilin özeni, bu çok açık, müsaade buyurulmasını talep ediyorlar. İkinci talep; “Refet Bey İçişleri bakanlığına dönsün, alın bu adamı da buradan, burada sorun çıkarıyor” diyorlar, “Bu takdirde herhangi bir tarafsız zatın, siz kimi gönderirseniz, yeter ki Refet Bele ve Fahrettin Altay olmasın, 12. Kolordu’ya tayin tasvip temenni etmektedirler”… Talep bu.
Üçüncü paragraf kendi görüşleri heyetin. Bunun altında Celal Bayar’ın, Kılıç Ali’nin imzası var, “Meselenin hal noktası buradadır, bu bakış açısından meselenin yüksek ve ihtiyatlı tedbirlerinizle hal buyurulmasını vatanın selameti namına bilhassa istirham ederiz efendim” diye Mustafa Kemal’e dilekte bulunuyorlar. Ancak Mustafa Kemal bu telgrafı “söz konusu heyetin Ethem Bey tarafından esir alındığı ve onların zorlanarak bu metnin altına imza atmak zorunda bırakıldıkları” şeklinde yorumlamaktan yanadır, nitekim öyle yapar. İlginçtir, bu yorumunu 1927’de “Nutuk”ta tekrar eder. 1927’de her şey ortadayken, -üstelik bunu Genelkurmay Başkanlığı’nın çıkardığı İstiklal Savaşı Harp Tarihi’nden aktarıyorum- ve söz konusu olan metnin altında imzalar ortadayken tekrar eder.
Mustafa Kemal önce bu heyete bir telgraf çeker, “Görüşlerinizi hükümete bildirdim, size cevap verecekler” der. Fakat aynı sırada İsmet Paşa’ya yolladığı telgraftan asıl gerçeği öğreniriz: “Onlara ‘Telgrafınızı yarın bakanlar kuruluna sunacağım’ dedim, yarın sözü geçen heyete bakanlar kurulu kararıyla görevlerine son verildiğini ve acillikle Ankara’ya dönmelerini bildireceğim” der! Yani heyete “Kararınızı hükümete bildirdim, hükümet size karar verecek” diye bildiriyor, İsmet Paşa’ya da “Onlara öyle dedim ama aslında yarın onlara hükümet adına görevlerinize son verildiğini, acillikle Ankara’ya dönmelerini bildireceğim” der.
Ertesi gün bakanlar kurulu imzasıyla, İsmet Bey’e dendiği şekilde cümle söz konusu kişilere gönderilir, “Geri dönün” der onlara. Uzlaştırma Kurulu bunun üzerine şaşkınlık içindedir çünkü bu iş şu anlama gelir: Ethem Bey gibi, Anzavur Ahmet’i dağıtmış, Yunan yayılmasını dağıtmış, gitmiş Yozgat isyanını dağıtmış bir adam eğer milli kuvvetlere karşı, bugüne kadarki performansı çok ama çok kötü olan düzenli orduya karşı savaşa başlarsa bu ne demektir? 1) Yunanlıların önünün tümüyle açılması demektir. 2) iki taraftan da on binlerce insanın ölmesi, yani gerçek bir iç savaşın başlaması demektir. Onun üzerine Uzlaşma Kurulu 28 Aralık’ta ikinci bir mektup daha yazar Mustafa Kemal’e: “Sorunun artık daha çok sürüncemede bırakılamayacağını rica ediyoruz.” Bu sefer doğrudan doğruya Mustafa Kemal’e gönderilir. “Yurdun ve milletin esenliği için yeniden görüşülmesini” talep ederler.
“Nutuk”ta bu durum şöyle anlatılır: “Kütahya’daki kurula bakanlar kurulu kararını ve geri dönmeleri gerektiğini bildirdikten sonra cephe komutanlarına yani İsmet ve Refet Beylere, başkaldıran Ethem ve kardeşlerine karşı savaşa girişmelerini buyurdum.” Yani “Uzlaştırma heyeti, sizin göreviniz bitti, gelin” denirken, İsmet ve Refet Bey’e de “saldırın” kararı yollanıyor. Oysa bir ayaklanma söz konusu değil. Uzlaştırma Kurulu, yani “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen anayasanın egemenlik aygıtı olan Meclis’in kurulu sorunu çözmüştür ve buna rağmen ertesi gün Ethem Bey bir taraftan Yunan saldırısıyla, bir taraftan da İsmet İnönü ve Refet Bele’nin kuzeyden, doğudan, batıdan üçlü saldırısıyla karşı karşıya bırakılır.
Önce kuvvetlerinin bir kısmını Yunan saldırısını durdurmak üzere, bir kısmını İsmet Bey’in saldırısını durdurmak üzere kullanır. Araya aracılar gönderir. İsmet Bey’e gönderdiği aracılara olumlu cevap vermez. Elindeki Uzlaştırma Kurulu’nu ne yapacağını düşünür, aldatıldım duygusu içindedir, bunlar aracıdır, dolayısıyla “bunları geri göndereyim” der, gerçekten de geri gönderir ve onlara der ki: “Gidin anlatın, çok büyük bir afetin eşiğindeyiz.” Gerçekten de öyle anlatırlar, yani yapmayın, etmeyin… Onlar devre dışı bırakılır ve fiili savaş başlar. Önce Yunan tarafıyla bir mutabakat sağlar, İnönü’nün kuvvetlerinin durdurulmasını ve eğer durdurabilirse oturup konuşma imkânı elde etmek için Yunan komutanından 6 günlük bir ateşkes elde eder. Yunan kuvvetleri de “Bunlar birbirine girdiler” diye ateşkesi kabul eder. Bunun üzerine bir taraftan diplomasi, bir taraftan İsmet İnönü’nün kuvvetlerine karşı mevzi saldırılar gerçekleştirir. Gerçekten de geriye püskürtülürler ama bu kez de aşağıdan Refet Bele’nin süvari birliklerinin saldırısı başlar.
“Milli kuvvetlere kıyacağına, gider kendisine kıyar”
Değerli arkadaşlar, psikolojik bir tahlil yapacağım ama takdir sizin… Bunalmış, travma geçiren, üç ateş arasında kalmış, o ana kadar bütün varıyla gücüyle Milli Mücadele’nin varoluşunu sağlamış, onun kahramanı olmuş kişinin bir anda dört taraftan hançerlemeye çalışılan bir adamın karar süreci karşınızdaki. İki şey yapabilir. İki şeyden bir tanesi, Anzavur Ahmet’e yaptığı gibi, Yunan kuvvetlerine yaptığı gibi, Yozgat’ta yaptığı gibi gözünü karartıp İsmet ve Refet Bele’nin komutasındaki milli kuvvetlere saldırmak. Benim kişisel tahminim, tabii bu tahminin somut doneleri var. Düzenli ordu o ana kadar girdiği hiçbir savaşı kazanamamış, bu küçümsenen “çavuşun” elindeki Kuvayı Seyyare ise girdiği bütün savaşları kazanmış, dolayısıyla burada da kazanma ihtimali kuvvetli ihtimal. Kuşkusuz güç dengeleri çok farklı, ama Anzavur karşısında da, Demirci cephesinde de farklı değil miydi? Savaşın kaderi elbette güç dengelerine bağlı ama aynı zamanda moral ve özgüven, taktik zekâ bambaşka sonuçlar üretir. Yani Ethem’in ikircikliği, masabaşı bir kurmayın ikirciklenmesi değil. Bu durumda ne yapayım diye düşünür, benim kişisel yorumum,
Milli kuvvetlere kıyacağına, gider kendisine kıyar. Değerli arkadaşlar, belki de bu dramın, bu trajedinin en kritik analizi burada düğümlenir. Ethem Bey’i “hain” ilan eden resmi tarihin aksine “Milli kuvvetlere kıyacağıma giderim kendime kıyarım” der ve kuvvetlerini dağıtarak gider Yunan cephesinin ardına -Yunan cephesine değil- geçer.

Sürecin bu arka planı, yapılan bu komplolar ve tabii bu sürecin sonrasında kurulacak Türkiye’nin yönetim tarzının hem otokratik karakteri hem de başta Çerkeslik olmak üzere tüm kimliklerin inkâr ve asimilasyonu dikkate alındığında, bu “ihanet” yüklemlerine de “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” yüklemleriyle bizi gerçeğe ve haklarımıza yabancılaştıran yaklaşımlara da itibar etmemek gerekiyor. Yani, Ethem Bey’e “hain” damgası vurup bunun imkânıyla Çerkes kimliğini de inkâr ve asimilasyona yönelen bu anlatıya itibar etmek, başta demokrasi ve yurttaşlık hakları olmak üzere muasır medeniyet ölçütünden de vazgeçmek demektir. İkincisi, Milli Mücadele’nin hakiki bilgisinden vazgeçmek demektir. Oysa tam tersine, adeta “ayaklansın” diye, adeta “hain” olsun diye yapılmadık iş kalmamış bir tarihsel figürden söz ediyoruz.
Ethem Bey’in başına bu felaket getirilmeseydi, Ethem Bey’in de dengeleyici güçlerden biri olacağı bir Türkiye, Çerkeslerin de 161 yıldır yaşadığı ve savunmasına, üretimine, hikâyesine, folkloruna, atmosferine katkı yaptıkları bu topraklarda eşit yurttaş olabilme imkânına sahip olacakları bir Türkiye olacaktı. Hani Kürtler için anlatılır ya “Dağda yürürken kart kurt sesler çıkardılar” diye… “Çerkesler de Kafkas Dağları’nda dolaşırken, Çerkes olduklarını zanneden Türk boyudur” anlatısı benzeri… Oysa bu tarihi tarih olmaktan, hayatı hakikat olmaktan, hayalleri demokratik, laik, sosyal kılmaktan hepimizi koparmak demekti. Şahsen ben sosyalizm hayalleri kuran bir arkadaşınızım ki Ethem Bey bir dönem bu hayali kurdu, ama şimdi bunu bir tarafa bıraksak bile hepimizin altında birlikte nefes alacağı, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti, aslında Çerkesin Çerkes gibi, herkesin kendisi gibi olabilme imkânını, artı, tarihin doğru hatırlanmasını, artı, Milli Mücadele’nin kazanılmasında bu kadar kritik rol almış Ethem Bey’in hakkının verilmesini, artı, dayatılmış bir “ihanet” üzerinden, Ethem Bey’in kafasına geçirilen çuval üzerinden bütün bir Çerkes toplumunun haklarından yoksunlaştırılması afeti karşısındayız.
Bir kısmınızın ailesi o dramın doğrudan parçası… Manyas’ta, Gönen’de kendi haklarıyla yaşadıkları bir atmosferden koparılıp, nereye sürüldüklerini ancak dolduruldukları trenlerden indirildikleri yerde fark edecekleri hayatlara gönderilmiş, müziklerine, garmonlarına, her şeylerine müdahale edilmiş bir hayata razı olmamak açısından Ethem Bey’in bu tarihinin yeniden okunması çok büyük önem taşıyor.
Son olarak sizinle paylaştığım haritaya ilişkin bir anımsatma yapmak istiyorum. Ethem Bey tasfiye edilmemiş olsaydı Yunan birlikleri 1921 Mart’ında başlayıp 21 ortalarında geldiklerinde Polatlı dahil, Eskişehir, Kütahya, Afyon dahil bütün bu bölgeyi ele geçirmelerini asla ve kata mümkün olmayacaktı. Bu bölgenin bu kadar kolay ele geçirilebilmesi, gözü kara bir şekilde Ethem Bey’in üzerine sürülen kuvvetlerin Yunan saldırısı karşısında en küçük bir şey yapamaması demektir. Bakın, neler yapamadığını doğrudan Kılıç Ali’den aktarmak istiyorum. Neden Kılıç Ali’den? Çünkü sonraki rejimin temel direklerinden biridir. Bakın, söz konusu bu Polatlı önlerine kadar gelebilmeyi sağlayan bu üçüncü Yunan saldırısına ilişkin Kılıç Ali o sırada Meclis’in Milli Müdafaa Komisyonu üyesi olarak der ki: “Cepheden gelen kötü haberler sanki beynimize bir yıldırım gibi inmişti. Meclis’teki kurmay arkadaşlar ve kumandan milletvekilleri yenilgi ve perişanlığın orduyu sevk ve idarede gösterilen hatalardan kaynaklandığını söylüyorlardı. Aldığımız haberler maalesef doğruydu, Eskişehir’i terk ederek Sakarya gerisine çekilmiştik. Eldeki ordu ülkenin büyük fedakârlık ve zorluklarla meydana getirdiği tek orduydu.”
Ethem’i tasfiye etmek için sürekli “Düzenli ordu lazım, artık düşmanı ancak düzenli orduyla yeneriz, dolayısıyla Çerkes Ethem gibi adamlara ihtiyaç yok” denen ve psikolojik olarak da çoğumuzu ikna eden anlatıdan sonraki dönemden söz ediyorum. Düzenli ordu darmaduman olmuştur ve resmi tarih anlatılarında bunlar yok maalesef. Milli Mücadele tarihiyle övünmemiz, bundan coşkulanmamız elbette ki hakkımız. Çok insani bir şeyden söz ediyorum; aynı toprakların kaderini paylaşıyoruz sonuçta. Ama hakikatle yüzleşmeyen bir toplum büyüyemez, reşit olamaz, çocuk olmaktan kurtulamaz, dün sultan karşısında kul tebaa iken bugün modern tebaalar olmaya devam ederiz. Oysa bizim her görüşten, her milliyetten, her siyasi görüşten insanla birlikte vatandaş olmamız lazım.
Kılıç Ali, “Eldeki ordu ülkenin büyük fedakârlık ve zorluklarla meydana getirdiği tek orduydu, şimdi yenilen de işte bu son kuvvetimiz” diyor devam ediyor: “Milli Müdafaa Komisyonu heyeti olarak Milli Savunma Müsteşarı’na protestoda bulunduk, ‘Düşmanın hazırlığı biliniyordu’ dedik. Düşmanın durumu öğrenilerek zamanında ve doğru önlemler alınsaydı bu felakete uğramayabilirdik, savaş bölgesindeki köylerde hiç değilse yaralılarımızı geriye nakledecek kadar at, araba yok muydu?”
Öyle bir facia yaşanmış ki yaralılar bırakılıp kaçılmış. Bir savaşta askerlik onuru açısından yaralı arkadaşınızı alır kaçırırsınız. Yaralılar bırakılarak kaçılıyor ve bunu söyleyen Kılıç Ali. Devam ediyor: “80 bin kişi tahmin edilen batı ordusundan ancak 17 bin kişi kadarlık bir kuvvet Sakarya’nın doğusuna gidebilecek ve oradaki mevzilere yerleştirilebilecek.”
Demek ki ne kaybetmişiz? Sadece ordu olarak o ana kadarki birikimlerimizi kaybetmişiz. 80 binden 17 bin kişiyi düşelim, 63 bin kişiyi kaybetmişiz. Bütün o toprakları, o topraklardaki çocukları, yaşlıları, depolardaki buğdayı, hastaları, saldırılara muhatap kadınlarımızı ve zamanı, bir altı ay veya bir yıl daha kaybetmişiz. Sonuçta karşı taraf öyle bir zafer sarhoşluğu içine girmiş ki… O dönemde Yunanistan’da bir yönetim değişimi oluyor. Kral Konstantin, Venizelos’un yerine geliyor ve ne yapıyor? Öyle bir zafer sarhoşluğu içinde ki… Yunan ordusu geliyor, Kütahya’da yüksek askeri şûra topluyor, Ankara’ya doğru genel saldırı kararı alıyor. Konstantin’in, bir darbecinin veya bu kolay zafer sayesinde aklını kaybetmiş olan bu ordunun da bir kurmay problemi var. Nedir o kurmay problemi? Bu elde edilen topraklar neredeyse Yunanistan’ın bugünkü toprakları kadar. Burada insanlar yaşıyor, burayı denetlemek, buradaki köyleri, kasabaları kontrol etmek için asker yerleştirmeniz lazım. Bu kadar bölgeyi denetlemek, öyle Yunanistan gibi nüfusu belli, çapı belli bir ülkenin asla yapabileceği bir şey değil. Ama kendilerini öyle bir kaybetmişler ki, öyle bir kolay zafer kazanmışlar ki, 80 bin kişilik orduyu öyle bir dağıtmışlar ki Ankara neymiş diye düşünmüşler. Ama düşünemedikleri şu var: Bu kadar büyük bir dağılma yaşadığınızda, merkez karargâhınızdan bu kadar uzaklaştıktan, savaş halinde tutacağınız askerlerin sayısı bu kadar düştükten sonra karşı taraf çok az kuvvetle bile sizi dağıtabilir. Çünkü karşı taraf dediğin kendi topraklarını savunuyor, dolayısıyla karşı taraf dediğin senin işgal ettiğin bölgelerde de yurtseverlik duygusuyla, dindaşlık, milliyettaşlık duygusuyla sana sabotaj yapan, suikast yapan bir sürü yurtsever insanın yaşadığı topraktır. Dolayısıyla küçük bir kuvvetle yenilebilecek kadar kırılgan hale gelmiş olur. İşte Kral Konstantin’in, Yunan Genelkurmayı’nın anlayamadığı şey ve bizim bundan sonra savaşı bu kadar kolay kazanabilmemizi, Sakarya Savaşı başta olmak üzere kazanabilmemizi sağlayan bu süreç böyle şekilleniyor.
Sonsöz
Bu aktardıklarım, Çerkes toplumunun gizli hafızası yani “150’liklerin içinde neden 86’sı Çerkes?” sorusunu sormayı unutmamış olan gizli hafızayı; mızıkasına, dansına, xabze’sine yabancılaşmamış olanların, “Manyas’ta, Gönen’de başımıza o afet niye geldi?” sorusunu unutmamış olanların hep birlikte yeniden düşünmemiz gereken bir tarihe işaret ediyor. Buna benzer acıları yaşayan diğer sınıfsal ve kimliksel aidiyetler yanında, Çerkes Ethem’den yana negatif hafızası olan bir kısım Çerkeslerin de yeniden düşünmesi, hepimizin, tüm Türkiye halkının hem gerçekle hem hukukla yeniden bağ kurması açısından büyük önem taşıyor.
Böylesi bütünlüklü bir sorgulama, bugünün ve yarının Türkiye’sini yeniden yapılandırmamız için; hangi sınıftan, hangi görüşten, hangi inançtan, hangi milliyetten olursak olalım hepimizin eşit, özgür, güvenle, kardeşçe yaşayabileceği bir ortama bir geçiş imkânı, bir bilinç birikimi tahkimatı için önemlidir.
Son olarak sözlerimi Ethem Bey’e ilişkin değişen yargımla bitireyim: 3-5 yıl önce doğrusu Ethem Bey hakkında böyle düşünmüyordum, ben de sonuçta sizinle aynı resmi tarih hızarından geçmiş bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, ama onun parçası olduğu hikâyeyi yeniden ve sorgulayarak okudukça -ki çıkacak olan “Yanlış İliklenen Düğme” kitabımın bir ağırlık noktasını da bu oluşturuyor- hem karşımızdaki bütünsel tablonun, hem Ethem Bey’in, hem Milli Mücadele’nin, hem sonraki “Türkiye niye bu hale geldi?” sorusunun cevapları biraz daha belirginleşti. Bu vesileyle bu paylaşım ve sorgulama imkânını sağladığınız için sizlere de teşekkür ediyorum…