Gözden kaybetmiştim Pavel’i…
İkinci bardağım bitmek üzereydi neredeyse, artık vişne tanelerine sıra gelmişti…
Tarçın ile vişnenin buruk ekşiliğini damağımda hissederken, çekirdekleri tertemiz yapana kadar ağzımda sakladığımı hatırlıyorum…
Şimdi aklıma geldi, vişnenin peşimden dut gelmese, yiyeni sapıma döndürürüm, diye dediğini duymuştum…
İşte, bu vişne dut hikâyesi yüzünden, her vişne yediğimde dilimle vişne sapına düğüm atardım, vişneden öç almak için…
Dilim, her defasında şişerdi, o düğümü atabilmek için…
Vişne hikâyeleri bende çok; eskiden şehirlerin şehir lokalleri vardı, buraya öğretmenler, şehrin ileri gelenleri, emniyet müdürü, belediye başkanı gibi kişiler gelirdi…
Emniyet müdürleri o zamanlar rakı içerdi, Niğde’de mesela, zamanın emniyet müdürü olan Atıf Amca güzel içerdi…
Kırk bir yıl öncesine ait bir hatırada ismi uydurmuş olabilirim. Atıf Amca, o zamanın emniyet müdürü olacak bir isme gayet uygun gibi geldi şimdi…
Halbuki Atıf Amca ve eşi Ülkü Teyze, Siirt’te yaşadığım dönemde, o hatıralara ait olan isimler, nerden baksanız kırk beş yılı var, bu isimlerin…
Neyse çok uzattım, Atıf Amca, rakı kadehi yanında duran, rakıdan sonra bir yudum su aldığı, o su bardağına bir adet vişne veya kiraz atardı…
Rakı, vişneli su bardağı yanında daha mı güzel giderdi onu bilemem ama bir gün, Atıf Amca’yı taklit ederek su bardağına bir adet vişne tanesi koyunca, annemden okkalı bir tokat yediğimi dün gibi hatırlıyorum…
…
Vişne likörümün ikinci kadehi bitmiş, tanelerini inci tanesi gibi cam bardağın dibine dizmeyi bitirmiş, bir bardak daha likör alayım, boş ver yemeği diye düşünürken, başımda birinin beklediğini hissettim…
İçerisinin sıcaklığı, vişne likörünün verdiği rehavetle başımı yavaş yavaş kaldırırken, tepemde bekleyenin Pavel olduğunu fark ettim…
Seni takip ediyordum ama sonra birden kayboldun, dedim… Biraz temiz hava almak istedim, dedi Pavel…
Hiç soluk almadan, alakasız bir şekilde, Gonçarov’u duydun mu, dedi… Tamam iki bardak vişne likörünü aç karnına ve hızlı içmiş olabilirim, üstelik likörden sonra o alkollü vişne tanelerini de yemiş olabilirim ama kimse bana Pavel’in Gonçarov’u bilip bilmediğime dair sorusunun gerçek olup olmadığını soramaz, bal gibi sordu…
Gerçekten sordu bu soruyu çocuk…
Biliyorum, dedim…
Peşinden, şah idi şahbaz oldu, ya Oblomov, onu biliyor musun, dedi…
Odasından çıkmayı sevmiyordu, dedi. Ben ise, odamdan çıktım, evimden çıktım, şehrimden çıktım, yetmedi ülkemden çıktım, dedi…
Fakat diğer yandan, Oblomov’un sevdiği gibi kvas seviyorum, bunu açıklayamam, dedi…
Bu soğukta bile olsa, büyük bir bardak buz gibi kvası içebilirim, içimdeki yangını söndürmesi için, dedi…
…
Biliyor musun, dedi… Kuralları, sen ve ben, yani biz koyuyoruz, dedi…
…
Sen ve ben koyuyoruz…
Bazen rakıyı vişne taneli su ile birlikte içen emniyet müdürü, bazen gül şerbeti içen vali Ünal Amca koyuyor ama, ilkeleri sen ve ben ayrı ayrı, ben veya sen olarak birlikte koyuyoruz…
Pavel, sen Atıf Amca’yı, Ünal Amca’yı nereden biliyorsun, diyecek oldum… Sen anlattın, ne çabuk unuttun, dedi…
Ne zaman, ne kadar içtim, ne ara anlattım, hiç hatırlamıyorum…
Pavel devam etti anlatmaya… İlkeleri koyan, sen ve ben, bu ilkelerimizce yaşıyoruz…
İlkeleri koyan senin ve benim karşıma, berrak bir ayna çıkınca, ben benden başka bir şey görmüyorum, sen senden başka bir şey görmüyorsun…
Aynı anda, aynı aynada, sen seni görüyorsun sadece, ben kendimi görüyorum sadece…
Ne sen beni, ne de ben seni görüyorum…
…
Pavel geri döndüğünden beri, daha sohbete başlamamıştık, ben onun düşünceleriyle konuşuyordum…
Onun sorduğu Gonçarov’u biliyor musun, Oblomov’u biliyor musun sorusu ile bir anda aklıma gelen düşündüklerim bir anda sohbete dönüvermişti…
…
Pavel’in bir anda gözden kaybolması ile aniden karşıma çıkmasının şaşkınlığını yaşarken, bana sorduğu sorular, bu şaşkınlığın üstüne tuz biber ekti…
Aşk değil, ‘’Aşkın’ın’’ bana verdiği bir görevdi, dedim…
Biliyorum, deseydi eğer, Chopin çalan o meydanda aniden Mozart’ın Requiem’ini çalabilirdi…
Neyse korktuğum olmadı, ne aşk dedi, ne meşk dedi…
…
Ülkemden ayrıldım, çünkü, benim koruyacağım bir ülke bırakmadılar geride, dedi…
Şimdi nereyi koruyacaksın, burada bir hiçsin, dedim…
Bir toprağı değil, ilkeleri koruyorum, dedi…
İlkeleri koruyorum ve hep koruyacağım, dedi…
Senin ve benim koyduğumuz kurallar değil, senin ve benim koyduğumuz ilkeler bunlar, dedi…
İster benimle birlikte, ister bensiz, yürüyeceğin yol açık olsun, dedi…
Dün, zamanlı gidenlerin ve bugün, zamansız gidenlerin yolu kapalı mıydı, dedim…
Yirmilerinde genç bir adam, bir derviş duruşu sergiliyordu…
Odasını, evini, şehrini, ülkesini, ailesini ve hatta sevdiğini geride bırakan yirmilik, sekseninde gelinecek yere bir anda gelmişti…