Kişileri tanımlamada en temel, basit tanımlama o bildiğimiz 6 seçenekli tanımlama;
Ben, sen, o, biz , siz, onlar.
Bunlardan en önemli olanı bireyin kendini anlattığı “ben”. Nedir “ben”i ayrıcalıklı kılan. İçinde saklı olan nedir? Bence “ben”, çok tüketilen ancak mayasının ne olduğu pek de analiz edilmeyen bir tanım. İnsanın var oluşunu ve farklılığını ortaya koyan “ben”i fazla önemsemeyenler, “sen”, ”o”, ”biz”, ”siz” ve “onlar”.
“Ben”i sıradanlaştırma ve “öteki”leştirme yarışında diğer beş tanım sahipleri büyük çaba içinde her zaman. “Ben”i yok sayarak kendi varlıklarının yaşayacağı düşüncesiyle büyük kıyımı gerçekleştiriyorlar. Bu geçmişte de sürdü, bugün de sürüyor. “Ben” ise bu kıyımlardan kurtulabilmek için, yaşama güdüsüne boyun eğerek sıradanlaşıyor ve kendisini tanımlayan “ben” den başka her şeye dönüşerek sessizce yaşıyor ve sessizce ölüp gidiyor.
Haykıramayışıyla, hayalleriyle, gerçekleştiremedikleriyle, gösteremediği sevgisiyle, özlemiyle, içine akıttığı gözyaşıyla ölüp gidiyor.
Sokaklarda, meclis koridorlarında, evimizde, okullarda, derneklerimizde, hayatın her alanında ezilmiş birçok “ben” lerin üzerinden yürüyoruz ve gidiyoruz.
Ayrık otu muamelesi gören “ben” lerimiz itinayla temizleniyor yaşamın her alanından. Baştaki “isyankar” ben, giderek ehlileşiyor ve “itaat” ederek sessizleşiyor ve sessizce ölüyor.
Sevmediklerini sevmek zorunda olduğunu, bilmen gerekenlerini unutman gerektiğini, unutman gerekenleri hatırlaman gerektiğini, hesap sorman gerekenlerin aslında senden hesap sorması gerektiğini “öğreniyorsun”.
“Ben”im de artık “onlar” dan farkım yok. Dersimi çalıştım ve öğrendim, “onlar” olmayı.
Kafamdan fışkıran binlerce ayrık otunu artık kendim ayıklıyorum ve bunu öğrendim. Susmayı, konuşmamayı, bağırmamayı, ağlamamayı öğrendim. Kim olduğumu, “ben” olduğumu unutarak sessizce kaybolmayı öğrendim. 150 yıldır “ben”i bu hale getiren felaketleri kurcalamamayı öğrendim. Başka şapkalarla, başka başlarla dolaşmayı, başka ülkelerin sadık bir koruyucusu olmayı öğrendim.
Göğsü dağlanmış, yarası 150 yıldır kanayan bir Çerkes savaşçının üzerine, hasmı tarafından dökülen tuz zerrelerinin, aslında gül yaprakları olduğuna inanmayı öğrendim. 450 yıl önceki izdivacın “ben”i yok eden değil, aslında var eden hoş, güzel bir kardeşliğin başlangıcı olduğuna inanmayı öğrendim. Bunu fazla kurcalamamayı öğrendim. Annemin, babamın anlattıklarını; gece karanlığında yakılan Kafkasya’daki Çerkes köylerinin hikayelerini ve yok edilen yüzbinlerce, milyonlarca Çerkes’in dramlarını unutmayı öğrendim. Karadeniz’in soğuk sularında boğulan, Samsun’da, Kefken’de sıtmadan ölen insanları unutmayı öğrendim. Bunun hesabını sormamayı öğrendim.
Öğrenmeye devam ediyorum çoğumuz gibi.
Sadece “ben” değilim bu durumda olan. Böylesine “ben”liğini kaybetmiş bir çok kişi var etrafımda. Hepsi benzer sözlerle düzene övgü peşindeler. Belki bu hali ve benliğin kayboluşunu en iyi anlatan, Erhan Hapae’nin zihinlerimize kazınan o önemli şiiri:
Belki daha çok zaman
elimiz böğrümüzde
yüreğimizde bir boşluk kocaman
sürecek bu çılgınlık
bu kaybolmak hevesi
ne şair yanıtı çıkacak
ne de halkımın sesi
belki daha çok zaman
sevip okşayacağız
tıkıldığımız kafesi
Bu şiirin yazılışının üzerinden 30 yıl geçti. Tüm öngörüler birbir doğrulandı. Aynı kafesin içinde yaşam süren bizleştirilen “ben”ler, kafesimizi evimiz olarak benimsedik ve birbirimize benimsettik. İsyankar şair, isyankar yazar, isyankar ressam aramızda kalmadı. Artık hepimiz birbirimize benziyoruz. Ne mutlu bize.
Farkında mıyız, bilmiyorum.
“Ben”lerimiz, benliğimiz kayboluyor ve yok oluyoruz.
Sayı: 2007 10