“İskitya’dan Kamelot’a”

0
516

C. Scott Littleton ve Linda A. Malcor (*)

II. Bölüm


Sunum

Victor H. Mair – Pensilvanya Üniversitesi

İrani mitlerin ve efsanelerin etkileri yalnızca Britanya’yla sınırlı kalmadı. Kral Arthur efsanesinde de bulunan İrani motifler Uzakdoğu’da, Çin hikâyelerinde de göze çarpıyor. Örneğin MÖ. 6. ve 5. yüzyıllarda yaşamış Wu Tzu-Hsü adında bir kahramanla ilgili 8. yüzyıla ait ünlü bir masalda aşağıdaki pasaj yer alıyor;
“…ve kılıcını nehre attı. Kılıç ruhani bir parıltıyla suya çarptı, fışkırtıyla üç kez suya batıp üç kez su yüzüne çıkarken parıl parıldı. Sonra suyun yüzünde batmadan kaldı. Nehir tanrısı çok uzaklardan kılıcın gürlemesini duymuştu, suları çılgınca köpüre köpüre titreterek birbirine kattı. Balıklar ve kaplumbağalar korkuyla karaya fırlatıldılar. Ejderler yarış halinde sudan dışarı kaçıştılar. Nehir tanrısı kılıcı eline aldı ve korkuyla Wu Tzu-Hsü’den onu geri almasını istedi.”
Malory’nin Morte d’Arthur’unu okuyanlar bu sıra dışı betimlemeyle Kral Arthur’un büyülü kılıcı Ekskalibur’un öyküsü arasındaki benzerliği hemen farkedecektir.
Bu 8. yüzyıl Çin masalındaki “fokurdayarak suyun yüzüne çıkan kılıç” motifi bir tesadüf olamaz, çünkü aynı motif 3. yüzyılda yaşamış bilgin ve devlet adamı Chang Hua’nın hayat öyküsünde de yer alıyor. 7. yüzyılın başında eski kayıtlara dayanarak derlenmiş “Chin’in tarihi”nden bir alıntı sunuyorum:
“Ejder Membaı ve bir başka kılıç, T-ai O, göklerdeki pembe ışıkların manasını kavrayan Lei Huan adlı bir müneccim tarafından alıkonuyordu. O öldüğünde kendine ayırdığı kılıç (diğerini Cheng Hua’ya vermişti) oğluna geçti. Oğlu bir gün bir nehirden geçerken kılıç kendiliğinden, kendi rızasıyla suya atladı ve suyu şiddetle birbirine katan iki ejder kılıcı sardı. Bu, kılıcın son görülüşü oldu.”
Wu Tzu-Hsü’nün kılıcının da adı “ejder membaı” idi. Yani onun hikâyesinin yazarıyla Chang Hua’nın hayat öyküsünü derleyen açık bir biçimde aynı kaynaktan beslenmiş olmalı. Dolayısıyla bu İrani öğeler, Çin literatürüne önemli bir kaynak teşkil ediyor ve yerli söylencelerin bir parçası olarak kabul ediliyor.
İrani motiflerin Çin literatüründe yar almasıyla ilgili çok daha fazla örnek verilebilir. Yukarıda kuzey İrani kaynaklı “beyaz yılan”ın, Arthur efsanesinde yer aldığı zikredilmişti. Çin’de de bu büyüleyici dişi imge, günümüzde Çin sanat dünyasında da hala yaşayan birçok son dönem ortaçağ masalında yer alır. Bilim çevreleri uzun zaman Hint dilinin ve literatürünün Budizm vasıtasıyla Çin’i etkisi altına almasından korkmuşlardı. Ancak bugün görüyoruz ki Hint kültürünün kız kardeşi, İran, en azından ortaçağ boyunca Çin’i önemli ölçüde etkilemiş.
İranilerin Çin’de aktif rol oynadıklarına ve yerel kültürü birçok yönden etkilediklerine dair epeyce kanıt mevcut. Örneğin sağlam arkeolojik ve epigrafik veriler MÖ. 8. yüzyılda Zhou hanedanı sarayında bir Magi bulunduğu ve hanedanın ayinlerinde önemli rol oynadığını gösteriyor (6). Orta Asya’daki kazılar batıdaki Hint-Avrupalı yerleşimlerle Çin arasındaki boşluğu dolduruyor, Çin ve Batı’nın en azından bronz çağından beri ilişkide olduğunu gösteriyor.
Bu Avrasya kültürel bağlantıları Çin’de de durmamış. Littleton ve Malcor kılıç ve kılıç ustalığına duyulan geleneksel Japon ihtiramının Arthur efsanelerinde bu kadar önemli rol oynayan kılıç figürüyle aynı kökenden gelebileceğini öne sürüyorlar. Öte yandan Littleton Hint-Avrupa mitolojisinin Japon efsaneleri üzerine etkilerini araştırmıştı ve Japon araştırmacılar Taryo Abayashi ve Atsuhiko Yoshida, Dumézil’in analiz yöntemlerini Japon efsaneleri ve sosyal yapısı üzerinde başarıyla uygulamışlardı. Burası, Japon devletini kuranların bozkır süvarileri olduğunu iddia eden Namio Egami ve Gari Ledyard’ın teorilerini tartışmanın yeri değil ancak görünen o ki artık bunların üzerinde ciddi ciddi düşünmenin vakti geldi.
Ne zaman biri bu çağrıya kulak verecek kadar cesur ve gayretli olsa, birileri derhal yüksek sesle tüm kültürlerin birbirinden bağımsız olduğunu söylemeye başlar. Ancak bu yaklaşımın mantıksal sonucu olarak tarafsız bir küresel tarih fikri benimsememiz gerekiyor, yoksa sonunda kendi tarihimiz bile güvenilmez olacak. Eğer kültürlerin gelişimine tamamen bağımsız ve bir diğerinden ayrıymış gibi bakmaya devam edersek sadece tarihi çarpıtmış olmayız, aynı zamanda insanlığı birbirine bağlayan bağları da yadsımış oluruz.
“İskitya’dan Kamelota” kitabını ilk okumaya başladığımda, kitabı kesinlikle perçinleyici buldum. Oysa çok nadiren böyle tahrik edici fikirleri sağlam temellerle sunan bir çalışmaya rastlıyorum. Herhalde kültürel tarihe çok dar bir bakış açısıyla bakan insanların yeni fikirlere şiddetle karşı çıkacağı gerçeğinden çekinmeleri yüzünden iddialarının her aşamasında karşı fikirleri dikkatlice tartmışlar. Ayrıca yazarların bilimsel dürüstlüğünün bir başka emaresi olarak Kral Arthur’un aslında ikinci yüzyılın sonlarında Hadrian Seddi’nin korunmasında Yazigeler’in komutasına atanan Romalı bir komutan olan Lucius Artorius Castus olabileceğine dair çok sağlam temelleri olmasına rağmen bunu keşfedilmiş bir gerçek olarak iddia etmemeleri gösterilebilir. Aslında yazarlar “gerçek” Arthur’un 5. Yüzyılda Galler’de askeri maceralara atılan bir Briton kralı olabileceğinden daha eminler sanki.
Benzer şekilde yazarlar her ne kadar kendi hipotezlerini ciddi anlamda destekleyecek dahi olsa yeterince güvenilir bulmadıkları kanıtları kullanmaktan çekinmişler. Örneğin Kral Arthur ve kraliçesi Guinevere arasındaki aşk ilişkisi birçok yönden Nart destanlarındaki Batraz ve Satana’nın ilişkisini andırıyor. Oysa yazarlar bu bölümü Lancelot’un en ilk efsanelerinde bulamamaları yüzünden eserlerine almamışlar bile (7).
Yuvarlak masa’nın en ünlü kadın karakteri Kraliçe Guinevere, neredeyse (Kelt öğelerle kaplı ancak temelde Alan-Sarmat içerikli) Arthur efsanesinin önemli karakterlerinden tek Kelt kaynaklı olanı. Hâlbuki efsanede Arthur’un kraliçesi İrlandalı Mebd’in kızı Finnabair’dir. Finnabair ise aslında kralın tüm ülkeye egemen olabilmesi için birleşmesi gereken, sonrasında da önemini yitiren bir verimlilik-doğurganlık tanrıçasıydı.
Yazarlar ancak en iyi elyazmalarına itimat etmişler ve sadece Arthur efsanesinin gelişimini etkileyen birincil ve ikincil kaynaklarla ilgilenmişler. Kitap iddialı ve ukala olmaktan uzak, dürüstçe oluşturulmuş. Littleton ve Malcor okumayı zorlaştıran mesleki jargondan da kaçınmış.
Littleton ve Malcor’un çalışmalarının en dikkate değer yönlerinden biri de isimlerin etimolojisine gereken önemi vermiş olmaları. En can alıcı ve cesur teorilerinden biri (Arthur efsanesinin en önde gelen kahramanlarından biri olan) Lancelot isminin kaynağının Alauns-lot olabileceği fikri. İlk bakışta yeterince inanılır gelmemesine rağmen bu teori kitaptaki bir yığın coğrafi, tarihi ve edebi bilgilerle destekleniyor ve bu etimolojik açıklama ikna edici bir hal alıyor.
Yazarlar kitaba biri kökenlerle, ikincisi (Şarlman, Cornwall, Brittany, Constantine, Orkney ve Arimathealı Joseph’in tümünün de Alan kanı taşıdığını gösteren) gerçekten şaşırtıcı soyağaçlarıyla ilgili, üçüncüsü de Arthur’un Britanya’da yaptıklarıyla ilgili, isimlere ilişkin üç ilave eklemişler.
Littleton ve Malcor bu açıklamaları ilk kez ve tamamen kendileri bulmuşlar gibi de davranmıyorlar. Çalışmalarını Joël Grisward, Georges Dumézil, Bernard S. Bachrach, Helmut Nickel, Jean Markale, Jehangir Cooverjee Coyajee ve J. P. Mallory gibi kendilerinden önceki bilim adamlarının çalışmaları üzerine inşa ettiklerini kabul ediyorlar. Yazarların yaptığı konuyla ilgili kafa karıştırıcı kaynaklardan gelen muazzam miktarlarda bilgiyi birleştirmek ve onu Arthur efsanesinin İrani kaynaklı olduğuna dair su götürmez bir iddiaya dönüştürmek ki bu gerçekten takdire şayan bir başarı.
“İskitya’dan Kamelot’a” Kafkasya ve Kafkas dilleri konusunda tanınmış bir otorite olan John Colarusso’nun ustaca önsözüyle başlıyor. Önsözde Colarusso kitabın Arthur efsaneleri ve genelde tüm batı uygarlığı ile ilgili uyandırdığı yankılara şükranlarını sunuyor ve bir uzman olarak Littleton ve Malcor’un çalışmasını genelde Hint-Aryen ve Hint-Avrupa ile ilgili çalışmalar bağlamında değerlendiriyor. Kitap, geniş kapsamlı bir bibliyografi ve kullanışlı bir indeksle sona eriyor. Kitabın değeri çok eski on dokuz el yazması ve sanat eserinin fotoğraflarıyla, sekiz resim ve çizelgeyle, on dokuz bilgisayar ürünü haritayla daha da artmış.
Kitapta bahsetmeye değmeyecek kadar önemsiz birkaç hata da yok değil, zaten kitabın yeni baskısında yazarlar gözlerine çarpan hataları düzeltmişler.
“İskitya’dan Kamelot’a” tabii ki Arthur efsanesinin kökenleriyle ilgili söylenebileceklerin sonu değil. Buna rağmen Kral Arthur ve savaşçılarıyla ilgili müstakbel tartışmalarda kaçınılmaz bir mihenk taşı olduğu söylenebilir.
Bu kitabın vardığı sonuçlar yine de şimdiye kadar Arthur hakkında yapılmış çalışmaların çok uzağında. Çalışmanın alışılmadık genişliği sayesinde “İskityadan Kamelota” kitabının, İngiliz/Kelt/İrani halkların arkeolojisi, antropolojisi, mitolojisi, efsaneleri ve folkloru, dini ve de tarihi ile ilgilenen herkes için bir başvuru kaynağı olacağını düşünüyorum. Bununla birlikte kitabın tüm tarihe ve kültüre açık görüşlülükle yaklaşılması gerektiğini söylemesi bakımından hemen hemen tüm diğer alanlarda da tanınması faydalı olacaktır.
Bu muazzam öneme haiz eseri bir konferansla kutlamalıyız (hayır, bir değil, bir sürü konferansla!). Onlarca yıl kültürlerin birbirinden bağımsız olduğu dogmatik iddiasına tahammül ettikten sonra Littleton ve Malcon’un bu harika çalışması bize daha açık ve kabul edilebilir olanı, yani tüm halkların karşılıklı etkileşimini işaret ediyor. Çalışmalarının titizliği ve yarım yüzyıllık akademik retoriğin “kültürlerin kendi küçük kutularına kapalı olduğu” iddialarına karşı gelme cesareti bir ödülü gerçekten hak ediyor!
(*) “The Heroic Age” dergisinin 1999-kış tarihli 2. sayısından.
(6) Magi: Antik İranilerde ruhban, filozoflar, büyücüler kastı. Magus’un çoğulu (Magus: Medler ve Perslerde Zerdüşt ruhban sınıfı üyesi. Sihirbaz, büyücü).
(7) Lancelot: Kral Arthur’un kraliçesi Guinevere’ye aşık olup bu uğurda Kral Arthur’la savaşan yuvarlak masa şövalyesi.
Çeviri: Tkhostati Engin Polat

Sayı : 2011 08