Askeri veya sivil fark etmez. Vesayetin kendisi bitmiş değil. Bir vesayetten diğerine geçiyoruz.
Ezber bozan İslam yorumlarıyla dikkat çeken, kendisi “dinin karşılığının tam da böyle olduğunu” söylese de kimilerince görüşleri “İslami Sosyalist” olarak tanımlanan yazar ve yayıncı İhsan Eliaçık ile Yeşil Gazete yazarı Murat Köylü röportaj yaptı. Oldukça geniş bir yelpazede yapılan röportajı özetleyerek yayınlıyoruz.
M. K- Türkiye’nin muhafazakarlaştığı, bununla birlikte “paçozlaştığı” ve “eğitimsizlerin” politik ve kültürel arenada belirleyicilik kazandığı şeklinde savları olan kişiler var. Siz ne düşünüyorsunuz?
Türkiye zaten muhafazakar refleksleri kuvvetli bir toplum. Son dönemde muhafazakar köklerden gelenlerin de yerel ve merkezi yönetimlerde iktidar olmasıyla onlar ön plana çıkıyor. Türkiye toplumu vasatın egemen olduğu bir toplum. Türkiye’nin temel kurumlarını, demokrasiyi, hatta din anlayışını onlar belirliyor. Bir taraftan dine saygı gösterir ama fazla bilmez. Devlete itaat eder, vatan-millet duygusu kuvvetlidir. Hak ve hukuk konusunda ise fazla bir çabası yoktur. Bence şundan kaynaklanıyor: Kendini ispat etmiş halklar devrim yapmış halklardır. Türkiye’nin devrimini halk yapmamıştır. İstanbul’da, Ankara’da insanlar sokaklara dökülmüş de padişahlık kalkıp cumhuriyet gelmiş değildir. Kuran’da “Layık olduğunuz ile idare olursunuz” diyor.
Muhafazakarlaştığını düşünmüyorsunuz o zaman. Siyasi aktörler değişiyor, kültürel pratik ise aynen devam ediyor.
Evet. Tayyip Erdoğan’ın refleksleri bu muhafazakar vasatın egemenliğine uygun, o dili konuşuyor.
Sizce askeri vesayet bitti mi? Sivil yönetim ne kadar anti-militer, çoğulcu ve özgürlükçü?
Askeri veya sivil fark etmez. Vesayetin kendisi bitmiş değil. Bir vesayetten diğerine geçiyoruz. Bu, ülkenin kendi dinamikleri ile de olmuyor. Türkiye dış dünyaya çok kuvvetli şekilde bağımlı bir ülke. Krediler, teknoloji, askeriye ile. Soğuk savaş döneminde Türkiye’nin eski Osmanlı’ya, Orta Doğu’ya, Asya’ya ve Arap Dünyası’na sırtını dönmesi gerekiyordu. Askeri vesayeti sürdüren Kemalist kadrolar bu rolü ifa ettiler. Şimdi konsept değişti, tasfiye oluyorlar.
İmparatorluğun yıkılma travmasının bir içsel etkisi de vardı herhalde.
Elbette, ama buna rağmen dış etkiler daha kuvvetli. Soğuk savaş bitince NATO işsiz kaldı. Türkiye konseptini değiştirmeye karar verdiler. Ülkenin, Arap Dünyası’na ve Orta Doğu’ya bu kez yüzünü dönmesine karar verdiler. Çünkü bu coğrafyalarda düzen kurulması lazım, bankalar açılması lazım, alışveriş merkezleri açılması lazım; ve bunu da yerli güçlerin yapması lazım. Orta Doğu’nun yerli güçleri dindarlardır. Hem yerli olması lazım, hem reformcu olması lazım, hem de ABD’nin menfaatlerine aykırı iş yapmaması lazım.
Kapitalizmi benimsemesi lazım. Buna uygun gruplar Orta Doğu’da yükselişte. Türkiye de işte böyle muhafazakarlaştı. AK Parti dediğimiz buna tekabül ediyor. Eski ekip gidiyor, bu şartlara uygun olan ekip geliyor. Bunlar şimdi kapitalizme abdest aldırıyorlar. Anadolu’nun ve Orta Doğu’nun en ücra köşelerine kadar, kapitalizme uyumlu yerli dindarlar eliyle yerleşiyorlar. Bence bu, Türkiye’nin yerli dinamiklerinin zorlamasıyla yapmış olduğu bir dönüşüm değil. Sopayı Kemalistler’in elinden alıp, muhafazakarlara veriyorlar. Muhafazakar basına bakarsanız sopanın nasıl onların eline verildiğini apaçık görürsünüz. Polis bülteni gibi yayın yapıyorlar. Acımasız yaftalar, yargısız infazlar aldı başını gidiyor. Ben 28 Şubat’ta yargılanmış birisiyim. KCK davalarında yaşananlar 28 Şubat’ta bile olmadı. Ulusalcı çevreler ve BDP çevreleri şu anda 28 Şubat yaşıyor. Dindarlar bunu fark etmiyorlar. Onların evleri basılmıyor, alınıp götürülmüyorlar.
Neden fark etmiyorlar?
Türkiye’de empati kurmayı bilmiyoruz. Bugün Erdoğan’ın karikatürü çizilemiyor. Özal bile daha özgürlükçüydü.
Peki ya Arap Baharı?
Arap Baharı’nı sahipsiz çığlıklar olarak görüyorum. Yerli dinamikler ile patlamıştır fakat dünyada bunların sahibi yoktur. Sokaklara dökülen insanların yıkıcı enerjileri var ama kurucu enerjiler yok. Yıkıyorlar ama başkası gelip kuruyor. Süreci kontrol edemiyorlar.
Sokakta güçleri var o kadar. Bürokraside, diplomaside yok. 68 dalgası gibi. O kuşak da sahipsiz bir çığlıktı. Büyük güçler bu patlamaları kullanırlar. Önce kendiliğinden gelişip daha sonra dış güçlerce yönlendirilen hareketler olarak görüyorum. Ama burada kalmayacak, yetinmeyeceklerdir. Kurucu iradeyi bulup kurana kadar devam edeceklerdir.
Yeni anayasa ne kadar yeni ve sivil olacak?
Süreç nasıl bitecek bilmiyorum ama kendi düşüncelerimi söyleyebilirim. Anayasa’da herhangi bir dinin, mezhebin, etnik kökenin ismi geçmemeli. Atatürk dahil herhangi bir şahıs ismi geçmemeli. Ortak iyiye ait kavramlar geçmeli. Mesela adalet, hukuk, özgürlük, kardeşlik, eşitlik, bağımsızlık… Bunlar herkesin istediği şeylerdir. Benim inandığım dinin de bunlarla bir sorunu yoktur. Yoksa, devlet herhangi bir dinsel, etnik veya ideolojik tarafın sultasına dönüşür. Oysa devlet bir toplumun ortak tini, ruhudur.
Ayrımcılık ve nefret pek çok temelden kaynaklanabiliyor. Buna karşı İslam’ın tutumu nedir? Tek tanrılı dinlerde bu ötekileştirici tutum vardır, diye düşününler var. Bir kısım insan ise “Hayır, tam tersine.” diyor.
Kuran’da bir ayet vardır, “Ancak zalimlere düşmanlık olur” der. Düşmanlık vardır, ama yalnızca zulüm yapana, hak yiyene. İnsan dilinden, dininden, ırkından, cinsiyetinden, sosyal statüsünden kaynaklı bir ayrımcılığa maruz kalıyorsa ona zulüm yapılıyor demektir. Bunlara karşı Kuran mücadele edilmesini istiyor. Kuran’a göre insanlar “inananlar ve inanmayanlar” diye ikiye ayrılmazlar. O imani bir kategoridir ve mücadele hattı onun üzerine kurulmaz. İnanmayana ne dinini zorlayabilirsin, ne ona herhangi bir yaptırım uygulayabilirsin, ne kötüleyebilirsin, ne ötekileştirebilirsin, ne düşman sayabilirsin. İnsanlar “zalimler ve mazlumlar” diye ikiye ayrılır. Yani hak yiyenler ve hakkı yenenler. Kimin hakkı yeniyorsa, mağdur olmuşsa, mazlum edilmişse onun ırkına, dinine, cinsiyetine bakılmaz. Dolayısıyla Kuran’da zulüm ve adalet çelişkisi ana mücadele eksenini oluşturur. İman edip etmemek değil. Ayet var: “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara; 256). Bu şu demektir: Bir insana dine girsin diye, girdikten sonra dini yaşarken ve dinden çıkmak istediğinde zorlama yoktur. Geçmişte buna uymayan içtihadlar yapılmış. “Dine girerken yok ama, namaz kılması, oruç tutması, başını örtmesi için zorlama olabilir.” diyor bazı dini yorumlar. Yanlış, ben buna katılmıyorum. Bunlar siyasi yorumlardır. Kur’an’da “Sen onlar üzerinde bekçi değilsin.” diyor, din bekçiliğini yasaklıyor. Ama kul hakkında, insan hakkı ihlaline giren şeylerde yaptırım vardır. Namaz kılmayana ne ceza verileceği yoktur ama insan öldürene, iftira atana ne ceza verileceği vardır.
.
Şiddeti tam tersine azaltan, kontrol eden ritüeller olarak görüyorsunuz. Kurban şiddeti insanlara öğretmekle eleştiriliyor ama siz şiddeti sınırlandıran bir şey olarak görüyorsunuz.
Yok öyle de görmüyorum. Aslında İslam’da kurban sadece hacda, sınırlı sayıda, hacca gelenlere ikram olsun diye öngörülmüştür. Kurban kesmek diye bir ibadet öngörülmemiştir. “Kurban kes.” filan denmiyor yani. Halkın kurban kesmesi İslam’dan kaynaklanmıyor. Mısır’a git bayramın birinci günü, tek tük kesen görürsün, o da kesin Türk’tür. İran’da bayram günü dolaştım, tek tük gördüm; onlar da baktım Türk’tü. Anadolu’ya, Orta Asya’dan gelen, Kırgızistan’dan, Kırım’dan, Şaman Kültürü’nün yayıldığı yerlerden gelen, çılgınlık derecesinin üstünde bir kurban kesme adeti var. İslamiyet’e göre kurban kesmek ibadet değildir, sadece haccın bir ritüelidir. Hacca gidenler için müstehaptır, o kadar.
Sünnet hakkında, çocuklara yönelik şiddet olduğunu, çocuklarca öyle algılandığını düşünenler var.
Sünnet dini bir gereklilik değildir. Bir Orta Doğu kültürüdür. İslamiyet orada doğduğu için, Müslümanlar da örf, kültür olarak benimsemiştir. Bu hususta ne bir ayet vardır, ne de dini anlamda söylenmiş yaptırım ifade eden peygamber emri vardır. Bir adam sünnet olmazsa cennete giremez mi? Girer. Cennetin kapısında melekler milletin sünnetli olup olmadığına mı bakacak? Gelenek, kültür; dinle bir ilgisi yok. (www.yesilgazete.org)
Sayı : 2011 12