Resmen ‘nefret’le yönetiliyoruz

0
492

Einstein’in ünlü sözüdür: Önyargıyı kırmak, atomun çekirdeğini kırmaktan zordur. Nefret söyleminin kökeninde yatan önyargı, klişe devlet söylemiyle sık sık ‘milliyetçi refleks’e dönüşüp, linçlere uzandığında bu kez de bir başka klişeyle yanıt gelir: “Münferit”

Bir kısım milletin refleksiyle, devlet refleksinin son derece paralel ve hatta çoğu zaman eşgüdümle yürüdüğü bir ülkede de elbette ‘Nefret Suçları” gibi bir tanımlama hukuki, siyasi ve sosyal literatürümüze bir türlü girememiştir. Oysa her üç alanda da nefret söylemi ve doğal sonucu olarak nefret suçu gündelik hayatın sıradanları arasına karışmış ve tüm ‘öteki’leri hedef tahtası yapmıştır.
Ulus devletlerin, hakim ulus dışındakileri sindirme, eritme, asimile stratejileri içinde önemli yer tutan nefret söylemi, giderek o denli meşrulaştırılmış ve içselleştirilmiştir ki, kitle katliamlarına gerekçe yapılırken bile hiç gündeme gelmemiştir.
Başta dinsel azınlıklar olmak üzere, tüm farklı etnik, inanç, cinsiyet, cinsel yönelim gruplarının üzerinde bir tehdit ve kontrol aracı olarak kullanılan nefret söylemi, bireyin ya da bireylerin fiziki varlığına ya da aidiyet sembollerine, onları farklı kılan herhangi bir özelliğe ilişkin her tür aşağılama, hakaret ve o gruba karşı kışkırtmayı içerir. Yani şiddetin moral motivasyonunu oluşturmasının yanı sıra, bunu normalleştirir ve sıradanlaştırır. Bu denli vahim olmasına rağmen, bugüne kadar yasalarımıza girememiş olan Nefret Suçları, daha yeni Meclis’in gündemine gelebilmiştir.
Bunda da şaşılacak bir şey yoktur, çünkü ‘öteki’ler hiçbir zaman mecliste çoğunluk oluşturamamış, niyeyse Türkiye Cumhuriyeti’nin sunduğu onca olanağa rağmen bir türlü ‘temsiliyet’ elde edememişlerdir.
Dolayısıyla ‘öteki’lerden biri olarak Çerkesler de nefret söyleminin en önemli hedeflerinden biri olarak yaşadıkları bu topraklarda, çeşitli savunma mekanizmalarıyla kendilerini korumaya çalışmışlar, hatta içlerinde ‘öteki’likten sıyrılmak için ‘Türk’ kimliğine geçiş yapanlar bile olmuştur.
Bunu ayrı bir tartışma konusu olarak bir yana bırakırsak, Çerkesler gerek soykırıma uğradıkları anavatanlarında çarlık Rusyası döneminde, gerekse sürgün geldikleri Anadolu topraklarında da farklı yöntemlerle aşağılanmış, hakarete uğramış ve nefret söyleminin yarattığı şiddet tehdidiyle etkisizleştirilmiş, ‘gönüllü’ asimile edilmiştir.
Tarihi ülkeleri Çerkesya’da, onlarca farklı kökenden halkla birlikte barış içinde ve eşit yurttaşlar olarak yaşamış, toplumsal ilişkileri yazılı olmayan bir anayasayla düzenlemiş, halkların eşit söz hakkı olduğu meclislerle yürütülen adil bir yönetim biçimini insanlığa miras bırakmış Çerkesler, anavatanlarında Ruslarca “dağlılar, vahşi barbarlar” gibi tanımlar öncülüğünde yok edilmeye çalışılmıştır.
Anadolu topraklarında ise, Ethem Bey’le kazanılan Kurtuluş savaşının ardından, Ethem Bey, “Hain Çerkes Ethem” olmuştur. Çerkes çocuklarına, okullarda atalarının ‘hain’liği öğretilerek, utandırılmış, yalnızlaştırılmış ve aşağılanmıştır. Çocuklar arkadaşlarının ve hatta bazen öğretmenlerinin nefret söyleminin muhatabı edilmiştir. Daha yakın zamanlarda ise değişen konjonktüre uygun olarak ‘işbirlikçi’, ‘ergenekoncu’ yaftalamalarıyla olası bir muhalefetin peşinen önü kesilmeye çalışılmıştır.
Henüz hafızamızda kayıtlı, yazar Murat Bardakçı, AKP Milletvekili Şamil Tayyar, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin tüm Çerkesleri aşağılayan ve hedef gösteren sözleri, nefret söyleminin tipik örneklerindendir.
Nefret söylemini bilinçli bir siyasi enstrüman olarak kullananların siyasi yelpazenin sağında ve daha sağında yer almak gibi ortak özellikleri olması da asla tesadüf değildir. Çünkü Milliyetçilik, bu söylemi besleyen en temel ideolojidir. Merkez medyanın da bu suçu neredeyse bir yayın politikası olarak işlemesi, aynı milliyetçilik ideolojisinin, tek tipçiliğin, ulus devletin ürünüdür.
Bu sayabildiğimiz öreklerden daha vahimi ise günlük yaşantımızda sık karşılaşmakla birlikte ayırtına varamadığımız yaygın konuşma, davranış ve sembollerin nefret suçuna zemin hazırladığıdır.
Örneğin “bireysel veya toplumsal düzeyde etnik, dini veya kültürel özelliklere karşı yazılı veya sözlü taciz, aşağılayıcı unvanlar, incitici söz ve şakalar, ayrımcılık ve nefret içeren yazılı ve görsel metinler, duvar yazıları, posterler ve resimler” nefret söylemini oluşturan unsurlar olarak kabul ediliyor.
Örneğin gündelik yaşam içinde ‘at hırsızlığı’, kızlarının güzelliği hatta ‘cariye’liği üzerinden yapılan şakalar tipik örneklerdir.
Kuşkusuz Aleviler, Lazlar, Kürtler, Yahudiler, kadınlar, eşcinseller ve sayamadığımız kadar çok birey ya da grup bu söylemin ve nefret suçunun muhatapları olmuş, var olma haklarına yönelik ağır bir tehditle yaşamaya çalışmışlardır.
 Keza solcu öğrencilere Trabzon’da, Sakarya’da yönelen linç girişimleri, Süryanilerin ibadethanelerine yönelen sistemli ‘faili meçhul’ saldırılar, misyonerlere yönelik Zirve katliamı ve elbette Hrant Dink cinayeti nefret suçu’ndan bağımsız düşünülemez. Çünkü bu cinayetlerin örgütlü işlendiği gerçeği, cinayetleri haklı çıkarmak için kullanılan nefret söylemiyle çarpıtılmaya, örtülmeye çalışılmıştır.
Ve ne yazık ki, bu suç yalnızca ‘çocuk katiller’ yaratmakta değil, adaleti yanıltmakta ve en kötüsü siyaseti yönlendirmekte de kullanılan, başvurulan adeta meşru bir halkla ilişkiler yöntemi olagelmiştir.
Şimdi siyasetin önünde, kendini de toplumu da bu suçtan vazgeçirmek ve korumak için önemli bir fırsat var. Bu fırsatı nasıl kullanacakları herhalde herkes için önemli bir veri kabul edilecektir.

Sayı : 2012 02