“Bu toplumdan bir cacık olmaz” gibi amiyane tabirle kısaca anlatabileceğim düşünceler ve “ben ne yaptım kader sana…” protest tarzının uç örnekleriyle somutlaşan hezeyan yüklü dalgalanmalar arasında son çare kaleme tutunmak oldu yine
Boşa koysan dolmayan, doluya koysan almayan bir fasit dairenin içerisinde debelenip duruyoruz aslında. Bardağın dolu tarafını görüp umutlu olmak da var, boş tarafına bakıp mutsuz olmak da…
Gelişmeleri sürekli bu perspektiften görüyor olmak; zaten temelde travmatik bir toplum olmak hasebiyle ikirciklenip duran; diaspora toplumlarına has, ne kaçıp gidebilme, ne de kalıp keyiflice oturabilme açmazlarının içerisinde olan kendimi(zi) rehabilite etmeye çalışıyor olmak zor bir süreç. En nihayetinde bu toplumun bir ferdiyiz. Kişisel dünyamızda kopan fırtınalar üstüne bir de Türkiye ve dünyadaki gelişmeleri takip ediyor ve kaygılanıyor olmak gibi kambur üstüne kamburlar bazen gerçekten bunaltıyor insanı.
Yaklaşık iki yıldır, iki ileri bir geri vites modunda giden gelişmeler(im) “Batsın bu dünya!” ile “ biz görmesek de görecekler var o güzel yarınları” melodileriyle beynime beynime vuruyorken; bazen de her şeyden ve herkesten kaçıp gitmek; bir köşede, her şeyi ve herkesi unutmaya çalışmak ne derece olur o da ayrı ve büyük bir soru işareti tabi.
Hele hele son aylarda değil yazmanın düşünmenin bile zor geldiği ve her şeyin üzerime üzerime geldiğini hissettiren ve 8-0 lık ağır mağlubiyetler tadındaki her türlü gelişmeler kafamdaki kısır döngüyü daha keskinleştirdi açıkçası.
“Bu toplumdan bir cacık olmaz” gibi amiyane tabirle kısaca anlatabileceğim düşünceler ve “ben ne yaptım kader sana…” protest tarzının uç örnekleriyle somutlaşan hezeyan yüklü dalgalanmalar arasında son çare kaleme tutunmak oldu yine. Günlük yaşantımızla, toplumsal hareketlenmeler arasındaki gelgitlerin yarattığı hengamede son çare olarak tutunduğumuz dalı siz “derdimi ummana döktüm asumana inledim” olarak da anlayabilirsiniz.
Kafamdaki karalama kağıdının her iki yüzü de yaza boza sümük mendiline dönmüş vaziyette. Bazen yazdıklarım zücaciye dükkânındaki fil misali kırıp dökerken ortalığı; bazen de süt dökmüş kedi misali, bir övgü madalyası olarak gönlümüzün bam telini titretmekte. Dolayısıyla böylesine bir yazıyı yazma gayret ve gafleti zihnimin çöp sepetini lebaleb doldurup taşırmakta
.
Aklıma gelip gelip giden ama bir türlü faş edemediğim bazı düşüncelerimi şu an açık etme cesaretini bulduğumda aklıma ilk gelen bir Temel fıkrası oldu. Hani idama giden Temel’e son sözü sorulduğunda, “bu bana iyi bir ders oldu” demiş ya. Benimki de benziyor neticede. Tecrübenin, hayatta yenen kazıkların bileşkesi olduğunu bilerek ben de “bunlar bana iyi bir ders oldu” dediğim olaylar yaşadım peş peşe. Son dersin nihayetinde, elli bir yıllık hayatımın biriktirdiği ve de zihni ve teknolojik ajandamın bana sunduğu aile mensubu, akraba, eş-dost, arkadaş, soydaş gibi gruplara ayrılabilecek yüzlerce ismi hayat kantarına vurdum bir bir. Arkasından da bazıları yürüyen bir bandın kalibre kalibre eleklerinden geçip elimine oldular gönül dünyamdan. Elbette ki eleğin üzerinde kalanlar var hala. (Zaten onlar da olmasa yaşamanın ne anlamı var ki)
‘Issız Adam’ın sığındığı, “Yalnızım ben çok yalnızım”ın yarattığı melankoli, en sonunda ciddi bir muhasebe yaptırıyor insana. Yaşadığımız hayatın bir müsveddesi yok elbette; ama yaşananların giriş, gelişme ve sonuç bölümlerini gördükten sonra yapılacak en doğru şey, yaşanmadan anlaşılmayacak bu hayattan gereken dersleri çıkarıp ve sonunda hayatımızın çöp sepetine bütün bu küsuratları boca etmek olacak.
Az önce saydığım bütün aidiyet duygularını teker teker teraziye vurduğum bu son günler, son tahlil de zor bir süreçti benim için. Doğru mu tartıyorum, hissi mi davranıyorum; yoksa haksızlık mı ediyorum acaba duyguları kafamda dolaşıp durdu günler, haftalar ve aylar boyu.
Bir önceki paragrafı yazarken hep aklımda olan bir konu düşüncelerimi daha da pekiştirdi açıkçası. Geçtiğimiz yıllarda bir gün telefonum çalmıştı acı acı. Arayan yakın bir büyüğüm: “Enver canım çok sıkkın, atla gel. Biraz konuşalım” diye çağırmıştı beni. Adamın derdi biraz kafayı dağıtmak ve derdini paylaşmaktı hiç kuşkusuz. Benim yaşantımdaki milatlardan biridir bu. Güvendiğin bir dostunu, geleceğine de emin olarak, teklifsizce derdini paylaşmaya çağırmaktı hayat. Aslında zaten dostluk dediğin de böyle bir şeydi. Yeri ve zamanı geldiğinde vermeden almak; bazen de almadan vermekti.
Naylonun hayatımıza girmesiyle başladı belki de her şey. Güneş yüzü görmeyen domatesler, hormonlu çilekler, tohumsuz sebzeler derken; margarin gibi suni gıdaların, boyalı içeceklerin ve bozulmayan yoğurtların bünyemizi bozduğu büyük ihtimal. Naylonun hayatlara yaşam tarzı olarak yansıdığı ve şekilsiz binalarda psikolojimizin bozulduğu bu dünyada bir de sanal alemin getirdiği asosyalliğin yarattığı yalnızlaşma var ki o bile sadece başlı başına bir sorun.
Kalp kalbe gelecek şekilde sımsıcak sarılışların vereceği duygu yerine, yanak yanağa gelip de boşluğu döven samimiyetsiz dudaklardan aşk, sevgi, dostluk nameleri dökülemeyeceği aşikar. Durum bu iken hal hatır sormak ve cevabı olarak yazılan sadece ikişer üçer harf bile bazı şeyleri anlatmaya yeterlidir sanırım. “nbr” ve “ii”.
Yoksa genel kurullarda kim seçilmiş kim seçilmemiş; yapılan etkinliğe kaç kişi katılmış, kim kime ne demiş, hangi grup diğeriyle çatışmış, bütün gruplar yeri ve zamanı geldiğinde niye bir asgari müşterekte buluşamamış gibi soruların anlamı pek kalmıyor bazen.
İnsanlık olmadıktan sonra, kimin içerisine tek adam canavarı kaçmış; kimin kanlı çizmesi nereyi çiğnemeye niyetlenmiş hiç ama hiç önemli değil. Kimilerin kişisel egosu, kimilerin faydacı yaklaşımı da pek mühim gelmiyor insana. Yavşaklığın ve yumuşaklığın adamlık sayıldığı; belkemiksizliğin ve ilkesizliğin prim yaptığı; “dün dündür bugün bugündür” mantığının hakim fikir olduğu ve takvim yapraklarının sadece yaşanılan günü gösterdiği bir dünyada kaç kişiye neyi anlatacaksınız ki?
Bütün bunlar içerisinde şerefsiz, hayasız, ahlaksız, yaşam hakkı tecavüzcüsü bir adama, adamlık payeleri verip reklam edenlere de ufak bir paragraf açmak lazım ayrıca. “Yapmayın ayıptır” diyerek…
Bu naylon hayatların içerisinden süzülen kalıcı dostluklar üretememişsek eğer söylenecek şarkı da “Yaşamak oyun değil arkadaş”tır.
Velhasıl insanlık olmadıktan sonra gerisi beyhude laftır. Oh be rahatladım!
Sayı: 2012 03