Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

Suriye’deki Savaş Sınırların yeniden çizilmesine yönelik ABD Planının bir parçası mı?

Bölgede devam eden iç savaştan sonra, Karadeniz’den Pamir dağlarına kadar uzanan bu büyük bölgenin birçok halk ve ülke tarafından tarafından yeniden düzenlenmesi bekleniyor. Bu konuyu takip etmek için “Komsomolskaya Pravda” (KP) özel muhabiri Darya Aslamova, Suriye muhaliflerinin merkezi haline gelen NATO ülkesi Türkiye’ye geldi. Aslamova’nın yazı dizisi, KP’de 25 Temmuz 2012 ve 9-10 Ağustos 2012 tarihlerinde yayınlandı.

Sakal ve Kalaşnikof

Yeni tanıştığımız arkadaşım Suriyeli gazeteci Muhammed, sakallarını daha yeni uzatmaya başlamış.

-Bana çok garip geliyor, neden sakal uzatıyorsun anlamıyorum. Bir kere seni daha yaşlı gösteriyor, ikincisi genelde sakal uzatanlara sempatik bakmazlar, diyerek takılıyorum. -Yakında Türkiye-Suriye sınırını geçip isyancılarla dağlara çıkacağım. Orada herkes sakallı, yabancı gibi gözükmek istemiyorum, anlıyor musun?, diyor.

İstanbul’da Taksim meydanında herkesin bildiği devrimci Suriyelilerin devam ettiği kafede bira içip oturuyoruz. İstanbul, Suriyeli muhaliflerin her kesimiyle kaynıyor. Kaçakçılar, akıllı politikacılar, romantik devrimciler, ürkmüş aydınlar ve de savaşçılar. Kimisi bazı sorunlarını çözmeye, kimisi dinlenmeye, kimisi de sadece savaştan kaçtığı için buralarda.

 

“ABD, Müslüman Dünyası’nın prensiplerinden ayrılmış bir Türkiye’den daha çok İslam Dünyası’nın koruyucusu Türkiye’yi tercih ediyordu. Bu Türkiye, Amerika’nın “Büyük Ortadoğu Projesi”ndeki (BOP) en önemli role atanmıştı”

 

Türkiye, Suriye Ulusal Konseyi’nin İstanbul’u mesken tutmasını pek önemsemiyor sanki. Konsey’in liderlerine ulaşmak şu sıralar çok zor. Sürekli olarak Katar, Suudi Arabistan, Londra ve Paris arasında, kimisi silah bağlantıları, kimisi siyasi ilişkiler, kimisi para için çeşitli fonlar peşinde koşuşturuyor. Benimle buluşmak için Konsey’den gençler geliyor. Hepsi otuzun biraz üzerinde ve yalnızca bir kaç ay önce kaçmışlar Suriye’den. Görünüşte aşırı coşkulu ve enerjikler. Şam’da dün benzeri görülmemiş bir saldırı düzenlendi. Bu saldırıda Başar Esad en önemli beş adamını kaybetti. Bu olayın muhalifler üzerinde etkisi yalnızca sevinç değil, aynı zamanda “ciddi adamları öldürdüğümüze göre biz de artık ciddi bir grubuz, öyle basit bir grup değiliz” imajıydı. Kendimi tutamayıp soruyorum;

-Neden bu kadar seviniyorsunuz, sonuçta bu olay bir terör saldırısı değil mi?

İçlerinden en havalı olanı Genel Sekreterlik üyesi Manhal Barış itiraz ediyor hemen:

-Bunu bir terör saldırısı olarak nitelemeniz doğru değil. Çünkü saldırı sonucu yalnızca bizim muhalif olduğumuz kesimden kişiler ölmüştür. Sivillerden ölen bir kişi bile yoktur. Ayrıca bu saldırı ancak KGB–MOSSAD ve benzeri örgütlerin yapabileceği düzeyde çok dikkatlice ve profesyonelce yapıldı. O yüzden bu da bizim küçük direnişçi gruplar olmayıp, düzenli bir ordu olduğumuzun göstergesidir. Bu olaydan gururluyuz, sevincimiz de bu yüzdendir!

Milyar Dolarlar lazım

Kazanılan bu zafer bir yana sohbet yavaş yavaş para ve silah konusundaki endişelere kayıyor. Savaştan önce Arap dili ve edebiyatı öğretmenliği yapan Hasan Kasem, sinirli bir ses tonuyla konuya giriyor;

-Yeni oluşturdukları Suriye’nin Dostları Örgütü aslında laf kalabalıklığı dışında bir şey yapmıyor. Libya krizinde dünya kamuoyunun yaptığı yardımları hatırlıyor musunuz? Bingazi’de direnişin başlamasıyla birlikte yardımlar da limitsiz bir şekilde başlamıştı! Bir taraftan hemen başarı bekleniyor diğer taraftansa kimse kılını kıpırdatmak istemiyor. Bize savunma değil saldırı amaçlı yüksek kalitede uzun menzilli silahlar lazım. Tanklar lazım. Öteden beri Ortadoğu’nun her tarafında yığınla bulabileceğiniz kalaşnikoflarla nereye kadar gidebiliriz?

-Herkes bize çok para yardımı yapıldığını sanıyor. Katar 15 milyon Dolar, bir de Suudiler 5 milyon Dolar verdi, o kadar. Bu da ancak mültecileri beslemeye yetiyor, diyor Manhal Barış.

-Size aslında ne kadar para lazım, diye soruyorum.

“Zafere ulaşabilmek için en az milyar Dolar lazım, belki Ruslar olarak siz bize atıverirsiniz” diyor, herkes kahkahalarla karşılıyor bu sözü. Ben de aynı şekilde şakayla “Tabi ki olur, ama bu bize ne teklif edeceğinize bağlı” diyerek iyice ateşliyorum onları.

-Tam yeri gelmişken, bir ay önce neden sizinkiler Moskova’ya görüşmeye gittiler, diye soruyorum. Hasan Kasem, sinirlenerek anlatıyor:

-Boşu boşuna gittiler. Zaten onlar kendileri de gitmedi, Rusya adına Lavrov onları görüşmeye çağırmıştı. Rusya bu savaşta ara bulucu olmak istiyorsa taraflardan birisinin yanında değil tam ortada durması gerek. Ancak Ruslar Eğer Esadlı bir Suriye’yi hemen ön şart olarak sunuyor. Hatta gidenlerin anlattığına göre, Ruslarla değilde Esad yönetimiyle görüşüldüğü izlenimi bile oluşmuş. Tabi ki biz de diyaloğa karşı değiliz ama öncelikle Esad gidecekse! Hatta Esad yönetiminden kişilerle de görüşebiliriz ancak sadece eline kan bulaşmamış olanlarıyla.

-O zaman bu durumda Esad yönetiminden ciddi figürlerle görüşemeyeceksiniz demektir. Çünkü yönetime yakın herkes bu şekilde suçlanabilir. Bütün bunlardanda diyaloğun mümkün olmadığı ortaya çıkıyor, diye ekledim.

-Evet şimdilik öyle gözüküyor, diye cevaplıyor Hasan. -Sizin arkanızda bunca Batılı ülke varken neden Rusya’nın dostluğuna ihtiyacınız var ki, diye soruyorum.

-Çünkü biz bu sürecin sonunda özgür bir ülke olarak kalmak istiyoruz. Esad rejimi sona erince Batı’nın bizi kullanacağından korkuyoruz. Biz Ruslarla her zaman dosttuk ve Suriye bilindiği üzere onlarca yıl Rusya’dan silah aldı. Başarısız sonuçlanan ilk görüşmelere rağmen politikacılarınızla uzlaşmayı tekrar deneyeceğiz. Çünkü bizler yönetime gelirsek, Suriye- Rusya ilişkilerini bir şekilde sürdürmemiz gerekecek, diyor Manhal Barış.

Moskova’yla dostluk

18 Temmuz 2012’de Türkiye Başbakanı Erdoğan, Putin’le görüşmek üzere Moskova’daydı. Bu ziyaret önceden planlanmamış bir ziyaretti. Diplomatlarca ne kadar ustalıkla saklanmaya çalışılsa da gerçekler bir şekilde basına sızdırıldı. Anlaşılacağı üzere görüşmenin ana temasının Türkiye-Rusya ilişkileri olduğu açıklandı. Ancak gerek Türkiye gerekse Rusya’daki siyasi çevrelerin hiç kuşkusu yoktu ki aslında görüşmenin ana teması, Rusya’nın Esad’a verdiği desteği çekip çekmeyeceği, çekerse hangi şartlarda çekeceği, çekmezse de Türkiye-Rusya ortak politikasının nasıl oluşturulabileceği konusuydu. Kısacası Erdoğan, kadim dostu (gerçekten de çok iyi dostlar) Putin’le pazarlık yapmaya gitmişti. Dostların bu Moskova buluşmasının gerçekleştiği sıralarda dünya kamuoyu Şam’daki büyük saldırının haberiyle sarsıldı. Bu saldırıyla Esad’ın tüm üst düzey yardımcıları yok edilivermişti. Bu olayın Moskova’da yankılanmasıyla o gün televizyon ekranlarında Türk ve Rus diplomatlar soğuk bir görüntü vermekle birlikte aslında bir taraftan da yaşanan bu olayın süreci nasıl etkileyeceğini düşünüyorlardı. Tabi ki değişiklikler oldu, hem de çok çabuk bir şekilde, iki hafta sonra Birleşmiş Milletler’in bölgedeki resmi arabulucu sıfatındaki Kofi Annan, tarafların ateşkesini sağlayacağını düşündüğü ütopik planlarını da beraberinde götürerek görevinden ayrıldı! (Allahaşkına siz söyleyin; partizan savaşı veren ve birçok gruptan oluşan, kendi aralarında kesin bir birliktelik oluşturamamış muhalif gruplarla Esad yönetimi arasında nasıl bir anlaşma sağlanabilirdi ki?)

 

Yalçıntaş: “Biz Türkler akıllandık artık! Ruslarla daha fazla didişmek istemiyoruz

 

Türkiye’de, ertesi gün bu saldırıyı Özgür Suriye Ordusu’nun gerçekleştirdiği haberleri yayılmaya başlanmıştı ama hiç kimse bu haberlere itibar etmiyordu.

Analist Cumhur Kaygısız’a göre;

– Suriyeli muhalifler kesinlikle böylesine büyük bir saldırıyı gerçekleştirebilecek bir beceriye sahip değiller! Onlar sadece mücadele edebilecek güçte olan, belirli stratejileri ve koordinasyonu olmayan, yalnızca bu mücadele için genel anlamda savaşan gruplardır sonuçta.

– Ama içlerinde ordudan kaçıp saf değiştiren profesyonel askerlerde çok değil mi, diyerek karşı çıkacak oluyorum.

-Evet doğrudur, tabi ki var, ancak onlar bile genelde gönüllülerden oluşan, askeri disiplinden uzak birçok grubu organize edip bir disiplin ve koordinasyon altında tutamazlar, diyor.

-Kim bu denli soğukkanlı bir saldırıyı gerçekleştirebilirdi ki, diye soruyorum.

Yalçıntaş: “Biz Türkler akıllandık artık! Ruslarla daha fazla didişmek istemiyoruz

-Tartışmasız batılı istihbarat örgütlerinin işidir bu. Bunları CIA, MI6, MOSSAD vs. diye ayırmıyorum, zaten hepsi birbiriyle koordineli çalıştıkları için bunun o kadar önemi yok! Ve asıl saldırının yapılma anı, Putin ve Erdoğan’a gönderilmiş bir mesaj olması açısından son derece büyük önem taşıyordu. Bu, resmen Amerika tarafından verilmiş; görüşmelerde Türkiye-Rusya arasında ortak bir zeminde anlaşılabileceği, hatta Esad’a mütevazı da olsa gidebileceği bir yer bulunabileceği varsayımlarıyla; “Beyler, boşuna uğraşıp kendinizi yormayın!”mesajıydı. Çünkü bu saldırıyla beraber Esad ve muhalifler arasında gerçekleşebilecek tüm görüşmelerin önü kesildi. Ölenler arasında eski Savunma Bakanı Hasan Türkmen’in olması, bu kişinin gerek Türk kökenli olması gerekse Türkiye-Suriye arasında resmi görüşmeci olması bakımından da çok önemliydi. Diğer taraftan Hıristiyan asıllı General Davut Rajda’nın bu olayda ölmesi bölgedeki Hıristiyan dünyasını da şoka uğrattı.

Burası bizim çöplüğümüz

Türk siyasetinin tanınmış simalarından Nevzat Yalçıntaş, Putin- Erdoğan buluşmasını şöyle değerlendiriyor;

-Putin ve Erdoğan sonuçta kendi bölgelerindeki Suriye sorunu hakkında çözüm arayışları için bir araya gelmişlerdi. Bu bölgenin en büyük ülkeleri olarak Rusya, Türkiye ve İran kendilerini doğal olarak bu bölgenin sorumluları olarak görüyorlar.

 

Karataş: “Türkiye’nin kendi dış politikası yok. Türkiye, karar alma konusunda Nato’daki ortaklarına bağlı bir ülke. Bölgede ABD’nin vekili rolünde”

 

-Amerika’nın, bu sorunu bölgenin ülkeleri arasında diyalogla çözmesine izin vereceğinimi düşünüyorsunuz, diyerek alaycı bir tavırla lafı bölüyorum. Ancak Nevzat bey:

-Neden olmasın ki? Bu onların birlikte yapabilecekleri çalışmalara bağlı bir şey! Unutmayalım ki Rusya ve Türkiye arasındaki ilişkiler son onbeş yılda altın dönemine ulaştı. Putin’in Ankara’ya yaptığı tarihi ziyarette nasıl hürmetle karşılandığına inanamazsınız. Tüm bunların Amerika ve Batı’nın hoşuna gittiğini mi sanıyorsunuz? Hiç de değil tabi ki. Ha onlar tabi ki bize Ruslara çok soğuk durmayın diyorlardı yeri geldiğinde ama biz Türkler akıllandık artık! Ruslarla daha fazla didişmek istemiyoruz. Tarihte olmuş tüm Türk-Rus savaşlarını iyi analiz edecek olursak, aslında hep Batılı ülkelerin kışkırtmaları sonucu başlamış savaşlardı. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlının yaptığı hataları tekrarlamak istemiyor artık!

Yeni Osmanlı İmparatorluğu

20. yüzyılın başında Türkiye dünyaya kendisini çekici bir yüzle gösteriyordu. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, yeni dış politikalarını “Tüm komşularla sıfır problem” prensibiyle ilan ediyordu. (Ancak gelinen süreç bu konumu tüm komşularla sıfır problemsizlik durumuna getirdi). Bu geçilen dönemde Davutoğludinamizmi ile adeta harikalar yaratıyordu. Oldukça yüklü programıyla, nerdeyse soğuk savaş dönemlerindeki yıkılan ilişkileri bile çözmeye çalışacak şekilde o kadar fazla sorunun üzerine gitti ki sonunda “Dünyanın en huzursuz Dışişleri Bakanı” ünvanını aldı!

Türkiye, Atatürk döneminden sonra ilk kez İslami köklerini hatırlamış, Müslüman dünyasını sahiplenmiş onların koruyucusu rolünü üstlenmişti. Bir taraftan da Türkiye İslam’a İsviçre cilalı liberal bir karakter vermeye çalışıyordu. Başka bir taraftan da Mekke ve Medine’nin Suudi Şeyhlerinin kontrolünde olmasından, bu şeyhlerin Bahreyn ve Katar’ı da kontrolleri altında bulundurmalarından pek hoşnut değildi. Irak savaşında Amerika’ya kafa tutarak, hatta Filistin konusunda İsrail’le kavgaya tutuşarak Arap Dünyası’nı etkisi altına almayı başarmıştı. Türkiye ekonomik gücünün artmasıyla da Osmanlı’nın eski etkisini kurmaya, Amerika’dan bağımsız alacağı kararlarla bölgede etkin güç noktasına ulaşmaya başlamıştı. Bu öyle bir noktaya geldi ki, Amerika’da Türkiye için ‘kaybedilen müttefik’ tanımlamalarına bile yol açmıştı. Ancak dünya, kukla oynatma ustası Amerika’nın bir anda tüm bunları nasıl tersine çevirdiğini görmekte gecikmeyecekti. Herkes Amerika’nın Türkiye dizginlerini elinden kaçırdığını düşündüğü bir sırada aslında dizginler Amerika’nın bir elinden diğerine geçiyor, olaylar tam aksi istikamette gelişmeye başlıyordu. ABD, Müslüman Dünyası’nın prensiplerinden ayrılmış bir Türkiye’den daha çok İslam Dünyası’nın koruyucusu Türkiye’yi tercih ediyordu. Bu Türkiye, Amerika’nın “Büyük Ortadoğu Projesi”ndeki (BOP) en önemli role atanmıştı.

Yeni Ortadoğu

Tek tek yıkılmakta olan Arap ülkelerinin gürültüleri, dünyanın her tarafında duyuluyor. Bu aslında, onlarca yıl önce Amerikan Askeri Merkezinde titizlikle hazırlanmış, “Greater Middle East” olarak isimlendirilmiş Ortadoğu’nun iyileştirilmesi projesinin bir parçasıdır. Bu proje, ilk olarak 11 Eylül 2001 terör saldırısından sonra ortaya çıktı. O dönemin başkanı Küçük Bush, ABD 2003 Milli Demokrasi Forumu’ndaki konuşmasında, bu projeyi Ortadoğu’nun demokratikleşmesi projesi olarak tanıttı. Bu projesinin daha belirgin hale gelmesi 2006 yılında olacaktı. O zamanki ABD Dışişleri Bakanı Condalize Rice, yirmi dört ülkenin kaderini ve sınırlarını değiştirecek bu projeyi İsrail’de, Tel Aviv’de tanıtacaktı. Tam bu zamanlara denk gelen İsrail’in Lübnan bombardımanını ise Rice, Yeni Ortadoğu Projesi’nin doğum sancıları olarak niteleyecekti. Bu bölgedeki gelişecek olayları bazı çevreler “Yapıcı Yıkım-Yapıcı Kaos” ve “Kaçınılmaz Acı” olarak da isimlendirdiler.

Tüm bunların ışığında aslında Ortadoğu’ya vermeye çalıştıkları; “Arkadaşlar şimdi siz yaşanacak savaşlarla büyük acılar çekecek, topraklarınızı kanla yıkayacaksınız ama tüm bunlar geçildikten ve Ortadoğu yeni yapısına ulaştığında herşey için ABD’ye teşekkür edeceksiniz” mesajıydı. Rice’ın bu projeyi tanıttığı dönemlerde ABD’de Milli Savaş Akademisi’nde görevli Yarbay Ralf Peters’ın yazdığı “Mücadeleyi asla bırakmayınız” kitabı yayınlandı. Bu kitabın en fazla ses getiren bölümü “Kanlı sınırlar ve Ortadoğu’yu aslında nasıl daha iyi durumda görebiliriz” başlıklı kısmı ki bu yalnızca kendisi tarafından yazılmış bir yazı değil, ABD şahinler kanadının titizlikle hazırlanmış bir programıydı. Bu kitapla yarbay tüm uluslararası sınırların dokunulmazlığı tabusunu yıkarak, özellikle bu bölgenin sınırlarının aslında doğal, olması gereken sınırlar olmadığını, bu sınırların tekrar elden geçirilmesi gerektiğini savunuyordu.

Önceki sınırlarda en göze batan adaletsizlik ise bölgede bağımsız bir Kürt devletinin olmamasıydı. Yaklaşık 27-36 milyon arasında değişen (ki sayının bu kadar değişken olmasının nedeni, yaşadıkları ülkelerde gerçek bir nüfus sayımına tabi tutulmamasıdır) ve bölgede en fazla etnik nüfusa sahip Kürtler kendilerine ait bağımsız bir devlete sahip değildi. Peters’a göre bugün Irak devleti içinde olan Kürdistan, zaten kötü montajlanmış parçalardan oluşan ve Frankeştayn’a benzeyen Irak’tan kesinlikle ayrılmalı, yeni bağımsız Kürdistan devleti Türkiye, Suriye ve İran’dan da birer parça alarak kurulmalıdır. Ayrıca bu şekilde oluşacak devlet aslında Bulgaristan’dan Japonya’ya kadar olan bölgede Batı’ya en yakın karakterde bir devlet olacaktır.

Petrol ve demokrasi

Irak’ta kalan diğer üç eyalet ise yeni oluşacak Suriye’yle birleşerek yeni bağımsız Sünni devletini oluşturacaklardır. Olması gereken gerçek Suriye ise; Lübnan sahilleri de çıkarıldıktan sonra Irak’ın güney Şii bölgesiyle birleştirilmiş yeni bir Şii devletidir.

 

Güven Karataş: “Türkiye’nin kendi dış politikası yok. Türkiye, karar alma konusunda Nato’daki ortaklarına bağlı bir ülke. Bölgede ABD’nin vekili rolünde”

 

Sınırlardaki bu değişiklikler Amerika’nın her zaman müttefiki konumunda olan Suudi Arabistan’a da maalesef dokunacaktır. Mekke ve Medine’nin bulunduğu bölge, Vatikan tipinde süper Müslüman bir devlete dönüşecektir. Mevcut petrol sahaları ise Yemen’in güneydoğusuna kaydırılacak, bu arada bir parça da Ürdün’den koparılacaktır. Suudiler’e kalacak olan bölge ise aslında kendi ata toprakları olan Riyad ve çevresidir. Bu proje kapsamında en sorunlu bölgede zaten bu bölgeydi. Çünkü incelendiğinde Suudi Kralları ve ailesi tüm Müslümanların en kutsal yeri konumundaki Mekke ve Medine bölgesini yıllarca derebeyi gibi kullanmışlardı. Bu kutsal ve petrol zengini topraklar dünyanın en despot rejiminin idaresi altındaydı. Bu güçle kendi Vahabist sistemlerini bütün dünyayı tehdit edercesine ihraç ediyorlardı. Kutsal topraklara ve zengin petrol yataklarına sahip bu bölgenin Suudiler’e bırakılması dünya Müslümanlarına yapılmış çok büyük bir haksızlıktı zaten. Suudiler kendi ata topraklarıolan Riyad bölgesine dönmesi durumunda tüm dünyaya daha az zarar verebilecekti. Yeni yapıda en fazla toprak kaybına uğrayacak ülkelerin başında ise İran geliyordu. Bugün İran’a ait toprakların bir kısmı Azerbaycan’a, bir kısmı bağımsız Kürdistan’a, diğer bir kısmı ise yeni kurulacak Arap Şii devletine verilecekti. Ayrıca bugün İran’ın olduğu bu bölgede bağımsızBelucistan olması gerekiyordu. Bu arada İran’a, önüne kemik atar gibi Afganistan topraklarından Herat bölgesi verilecek. Afganistan ise bir parça Pakistan’ın Trıbal bölgesine kayacaktır. Yeni oluşacak Belucistan’a Pakistan’dan da bir bölge verilecekti.

Amerikalılar Arap emirlikleri konusunda ise henüz kesin bir karara varmadı. Ya bu bölgeyi Arap Şii devletine verecekler ya da Dubai bölgesini dünya zenginlerinin yaşam ve eğlence merkezi konumuna çevirecekler. Bütün bu oluşuma genel olarak bakacak olursak, bu projeyle geçmişte yaşanan dünya savaşlarını aratmayacak şekilde milyonlarca insanın aralarında acımasız savaşlara tutuşacakları kesin gibi görünüyor. Bu durum Peters’ı pek de üzmüyor aslında.

-Tüm bu yeni sınırlar zamana yayılan savaşlarla ve dökülecek kanlarla oluşacak. Ve bu zaten kaçınılmazdı. Sonuçta Pandora’nın kapağı açıldı bir kere. Bu yüzden de bu projede çalışan görevli insanların mücadelelerini bırakmamaları gerekiyor. Ayrıca onların bu mücadele için; bölgeye adalet ve demokrasiyi getirmek ve diğer taraftan da bölgedeki petrol rezervlerine ulaşmak gibi geçerli bir perspektifleri olacak, diyor Peters.

Bundan da anlaşılacağı üzere Peters, aslında her şey adalet ve demokrasi adına, tabi ki ülke çıkarları da unutulmadan diye düşünüyor. Görüyorsunuz ya, bu Amerikalılar müthiş acayip insanlar. Milyonlarca insanın ölümüne ve tüm bölgede yıkıma yol açacak bu kadar dehşete, bu kadar güzel bir açıklamayı daha nasıl getirilebilirdi acaba?

Büyük İsrail ya da diğer adıyla Küçük Amerika

BOP ile ilk tanıştığım zaman bende uyandırdığı kanı bu projenin inanılmaz ve gerçekleşemeyecek bir proje olduğuydu. Ancak görüldüğü üzere plan uygulamaya kondu ve bizler bunun şahitleri olarak dökülen kanı seyrediyoruz artık. Önce Irak, sonra Arap Baharı ve Libya, şimdi Suriye, yarın İran!

Peki sizce Lübnan’dan uzayıp Basra körfezine kadar yay gibi uzanan bu bölgede neden bir kaos yaratılmak isteniyor, amaç nedir?

Tüm bu süreçte yaşanacak savaşlarla oluşacak genç devletler güç ve yapıları itibariyle ancak kabile devlet yapısında olacaktır. Bu seviyeye indiklerinde bu devletlerin başında sadece birer liderleri ve onların akrabalarının yönettiği birer küçük orduları olacaktır. Bu genç devletlerin milliyetçi istekleri, uzun vadeli ekonomik çıkara dayalı planları olmayacak, kısa vadede zorunlu olarak sadece sorunlarını çözmeye çalışacaklardır. Bu devletlerin halkına yollar-kreşler yapmak, sosyal güvenlik haklarını korumak, adil hukukve yargı sistemi gibi bir yapıları olmayacağı için uluslararası düzeyde hakları da olamayacaktır. Bu genç devletler kurulduktan itibaren birincil sorunları, sahip oldukları madenleri ve petrolü nasıl satacakları olacaktır. Bu işle görevli yetkili sayısıda öngörülebileceği üzere oldukça az olacaktır. O yüzden de bu kişilerle her türlü anlaşmayı yapmak daha kolaydır.

Bu bölgenin bekçisi de Büyük İsrail diğer adıyla Küçük Amerika olacaktır. Bir zamanlar tanışmış olduğum İsrailli Haham Abraham Şmuleviç, bir keresinde savaş konusunda şöyle demişti:

“Siz savaşın gerçek anlamını bilmiyorsunuz! Savaştan korkmayın. Bunlar Mesih’in adımlarıdır. Durumu kontrol altına almanın en uygun zamanı kaos dönemidir. Şu andaki süreç kimin insanlığın dini lideri olacağıdır. Roma mı yoksa İsrail mi?

Bu mücadeleyi ikibin yıl önce Roma kazanmıştı. 19. ve 20. yüzyıllarda Bolşevizm ve demokrasi kavramlarını yaratarak rövanşı Yahudiler aldı sayılır. Ancak artık her şeyi kontrol altına almamızın zamanı geldi. Tabi ki bu durum tüm insanlığın yararına olacak. Sadece Arap elitleri yaratıp daha sonra onları eğitip besleyeceğimizi mi sanıyorsunuz? El-Cezire’yi yönetimini ele geçireceğiz, Mekke’ye müftüyü biz tayin edeceğiz! O bölgede sadece bize bağlı olanlar yönetime gelebilecek!”

Türk Politikacı Nevzat Yalçıntaş bölge için şu ilginç tespiti yapıyor;

-Ortadoğu’da savaşın her zaman sadece iki sebebi olur, birisi İsrail diğeri ise petrol. Bunların dışındaki sebepler öyle savaş çıkaran sebepler değildir!

Yüksek politikada beyzbol sopasının rolü!

Doğuda vücut dili ve işaretleri oldukça önemlidir. Mesela uluslararası bir toplantıda Başkan Obama parmağıyla Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nu çağırmış, o da hızlı adımlarla onun yanına gidince bu olay, Türk kamuoyunda onur düşürücü olarak yorumlanmıştı. Onlara göre parmakla sadece köpekler çağrılabilirdi. Yine başka bir tarihte Obama, Türk Başbakanı ile telefonda konuşurken elinde beyzbol sopasıyla görüntülenmişti.

Türkler Büyük Ortadoğu Projesi’nin ülkelerine ne denli zaralar verilebileceğini gayet iyi biliyorlar. Hatta 2006 yılında Nato’nun askeri eğitimi esnasında proje ile ilgili harita gösterilince burada eğitim gören Türk subaylar tepki göstermiş ancak Pentagon ‘resmi dayanağı olmayan bir haritaydı’ diyerek konuyu örtbas etmişti. Ancak Türkiye, bunca sebebe rağmen gene de Amerika’nın bu projesine destek verdi. Peki ama neden?

Türk Politikacı Güven Karataş’a sorduğumuzda bakın ne dedi:

-Türkiye her zaman ikili oynuyor aslında. Bir taraftan İslam Dünyası’ndaki konumunu kaybetmek istemiyor ve her zaman İsrail’e karşı saldırgan politikasını gündemde tutuyor, diğer taraftan Suriye olayına yaklaşımıyla olası bir savaş durumunda İsrail’in Golan Tepeleri’ni ele geçirmesine yardımcı oluyor. Türkiye’nin kendi dış politikası yok. Türkiye, karar alma konusunda Nato’daki ortaklarına bağlı bir ülke. Bölgede ABD’nin vekili rolünde.

Gazeteci Görünümünü Değiştirmek

Mülteci kampına muhakkak girmem gerekiyordu. Kamp Türk polisi tarafından oldukça sıkı korunuyordu. Şimdiye kadar hiç bir gazeteciyi içeriyealmamışlar. Hatta kampın içindekilerin, bir açıklama yapmak için kampın dışına çıkmaları isteniyormuş. Anlayacağınız imkansızı başarmam gerekiyordu.

“Senin adın Fatima, sakın unutma! İsmini zihninde bir parolaymış gibi sakla!” diyerek Hasan sürekli bana öğütler veriyordu. “Bir ölü gibi sessiz ol ve sakın konuşma, eğer bir kelime edersen hepimizi yakarsın. Sen Suriyeli ve yirmi iki yaşındasın”. “Ama ben kırk iki yaşındayım” diyerek umutsuzca karşı çıkıyorum.

Bu bölgenin bekçisi Büyük İsrail diğer adıyla Küçük Amerika olacaktır.

“Merak etme seni öyle bir giyindireceğiz ki 16 yaşında gibi gözükeceksin. Hatta kendi annen bile tanıyamaz. Çok dikkat etmen gereken bir konu daha var, şimdi ramazan ayı, o yüzden akşam sekize kadar bir damla bile su içmek yasak, eğer dikkat etmezsen kimliğini ele verirsin.”

Tercümanım Leyla, aslen Latakya şehrinden.

Giysilerimin altında sadece burnum ve gözlerim görünüyordu. Leyla ise beni sakinleştirmek için; “Manken, manken” diyerek takılıyordu. Yanımızdakilerden Burak; “Kimse sana soru sormasın diye özellikle böyle giydirdik seni, yakalamalarını kesinlikle istemem, sonra bu elbiseyi diken kız kardeşime ne derim” diyerek moral vermeye, beni hazırlamaya çalışıyordu.

Tüm korkularıma rağmen, ufak tefek şeyler dışında her şey kolay oldu… Geriye sadece görüşeceğimiz kişiyi beklemek kalıyor…

Ruslar bizi duysun istiyoruz

Yanımızda orta yaşlarda mütevazı kıyafetleriyle Özgür Suriye Ordusu Komutan Yardımcısı Albay Malik El Kurdi beliriyor… “Bu görüşme bizim için çok önemli. Görüşmeye gelen ilk Rus gazetecisiniz, Rusların bizi duymasını istiyoruz” diyor. Ve hemen başlıyoruz röportaja.

-Neden ve nasıl Suriye’den kaçtınız?

-Orduda yüksek bir mevkideydim. Finansmandan sorumlu olarak Rusya ve Çin’den satın alınan silahlarla ilgileniyordum. Çok başarılı hatta kıskanılacak bir hayatım vardı. Ülkemde olup bitenler ve yaşadıklarım beni kaçmaya mecbur etti… Esad’ın insanlarımıza yaşattıklarına dayanamadım. Vicdanım el vermedi. Hapishanelerde mahkumlara sopalarla cinsel tacizde bulunan subayların isimleri hatırımda… Esad güçleri bütün muhalifleri dünyaya dini devrim yapıp ülkeye aşırı dinci sistem getirecekler diyerek tanıtıyor, alakası yok.

-Geçenlerde büyük bir terör saldırısı düzenlendi ve bu saldırıda Esad’ın en önemli 5 adamı öldürüldü, bu saldırıyı kim düzenledi sizce?

-Saldırıyı yapanlar bizimkilerdi. Hükümet içinde bize bilgi veren adamlarımız var.Ordumuz bu saldırıyı içerdeki adamlarımızın da yardımıyla gerçekleştirdi.

-Ama bazı Türk politikacılar sizin ordunuzun bu denli bir saldırıyı yapacak güçte olmadığını düşünüyor?

-Bu çok saçma! Bunun için yabancı istihbarat servislerine ihtiyaç yoktur. Dediğim gibi içerde bize her türlü bilgiyi sağlayan kaynaklarımız var. Onların yardımıyla yaptık.

-Peki o zaman Esad’ı neden yok edemiyorsunuz?

-Esad’ı yok etmek çok zor. Çevresinde sürekli özel Alevi korumaları var. Çelik yelek kullanıyor.

-Toplam ne kadar adamınız var ve silahlanma düzeyiniz nasıl?

-Kesin sayı veremem ama yaklaşık yüzbin kişi. Silah olarak genelde Kalaşnikof ve bazı makinalı tüfek vb. hafif silahlar.

-Bu silahları almak için kimden yardım alıyorsunuz?

-Yurt dışında yaşayan Suriyeliler yardım ediyor.

-Bazı Batılı kaynaklar size Katar ve Suudi Arabistan’ın yardım ettiğini söylüyor doğru mu bu?

-Onların verdikleri miktarlar çok az, ancak mültecilerin barınma ve bakımlarına yetiyor.

-Sürekli bu kampta mı kalıyorsunuz?

-Birçok kere Suriye tarafına geçtim. Şimdi büyük operasyon için hazırlık yapıyoruz, o yüzden buradayım.

-Esad’ı ne zaman bitirebileceğinizi düşünüyorsunuz?

-Ramazan ayının sonunda, belki biraz daha uzar ama en çok 50 güne bitirmiş olacağız inşallah.

-Esad sonrası Suriye sizce nasıl olacak, ülkede iç savaş yaşanır mı?

-Alevilerle Sünniler arasında savaş olabilir tabi ki ama uzun süreceğini sanmıyorum. Çünkü aralarında dini bir problem yok, tek problem Esad. Aleviler onu destekliyordu ama şimdi olaylar sonucu neredeyse esiri durumuna düştüler.

-Rusya Esad’la aranızda aracı olmak istemişti, neden karşı çıktınız?

-Bu mümkün değildi çünkü. Biz Esad’a anlaşmak için o kadar çok şans verdikki anlaşma zemini olsa zaten olurdu.

-Peki Rusya’nın pozisyonu nasıl olmalı sizce?

-Geçmişte Rusya Esad rejimiyle bir takım antlaşmalar yapmış olabilir ancak artık bizimlede oturup anlaşmasıgerektiğini anlamalı. Bizim Suriye olarak tarihi ilişkilerimiz mevcut. Biz bu ilişkilerin devamından yanayız. Bizler Suriye’de şiddet ve cinayetlerin bitmesi için Rusya’dan yardım bekliyoruz.

Çeviri: Fatih Dinçer

Kaynaklar: http://www.kp.ru/daily/ 25929.4/2878606/, http://www.kp.ru/ daily/25921/2872964/, http://www.kp.ru/ daily/25929/2879127/

Yazarın Diğer Yazıları

Anadilde Jineps Gazetesi Eylül 2024 Sayısı Yayında

Değerli Jineps okurları, Anavatanda yayımlanan Adige Mak (АДЫГЭ МАКЪ), Adige Psale (АДЫГЭ ПСАЛЪЭ), Çerkes Heku (ЧЕРКЕС ХЭКУ) gazeteleriyle ortak hazırladığımız eylül sayımızı sizlerle paylaşıyoruz. İyi okumalar,

1 Eylül Dünya Barış Günü

1 Eylül, “Dünya Barış Günü” olarak sadece Türkiye ve KKTC’de, Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen “Dünya Barış Günü” ise 21 Eylül’de tüm dünyada kutlanıyor.

Sancılı ve fırtınalı yaşamlar

Dr. Şerafettin Dönmez’in yazdığı, sancılı ve fırtınalı bir hayat hikâyesini anlatan “Denef” kitabı, Papirüs Yayınevi etiketiyle raflarda yerini aldı. Yayınevinin tanıtım yazısından... Benim kimliğimle kim, neden...

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img