Savaşın kokusundan müziğin dinginliğine

0
492

Savaşın kokusundan müziğin dinginliğine
iki özel yetenek:Luka Ve Elena

Tülay Taşyar

Türkiye’nin ilk Abhaz kadın ressamı Mihri Müşfik Açba anısına St. Antuan Kilisesi ve Altunizade Kültür Merkezi’nde resital ve konser vermek üzere Moskova’dan iki genç sanatçı diasporadakilerle buluştu. Biz de Jıneps ekibi olarak 3-5 Mayıs tarihlerindeki o leziz müzik ziyafetlerinden sonra burada büyük bir ilgiyle karşılanan sanatçılar Luka Gadeliya ve Elena Ankuab’la sanat, kültür, anavatan, savaş ve de hayalleri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

-Her ikinizde diasporaya gelmeden önce de geldikten sonra da oldukça yoğun bir ilgiye mazhar oldunuz ve artık sizi tanıyoruz. Ancak yine de konserinize gelemeyen ya da sizi daha yakından tanımak isteyenler için bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

-Elena Ankuab: Ben oyun oynarken hatta yemek yerken bile sürekli şarkı söyleyen bir çocuktum ve bu yüzden evdekiler bana kızarlardı. Daha sonra çocuklar için olan bir müzik okuluna gittim ancak orada çok da iyi bir zaman geçirmedim yani benim açımdan iyi bir deneyim değildi. Aynı zamanda kreşteyken İngilizce öğrenmeye başladım ve orda İngilizce öğrenmek müzikten daha fazla hoşuma gitmişti. Kreş sonrası gittiğim okulda çok iyi bir öğretmenim vardı ve benim İngilizceye olan ilgimi destekledi, bu ilgim üniversitede yabancı dil öğrenimi görmemi sağladı ve oradan hem İngilizce hem de İspanyolca öğrenerek mezun oldum.

Müzikle tanışmamsa üniversite 3. sınıfta arkadaşlarımın ısrarıyla okul korosuna katılmamla oldu, zaten birkaç ay sonra koroda solist oldum ve sonraki süreçte müzikten kopamayacağımı, iyi bir şeyler yapmak için çok çalışmam gerektiğini anladım. Hala da kendim için müziksiz bir yaşam düşünemiyorum. Üniversiteyi bitirdikten sonra müzik okuluna gittim. Ancak insanlar bu konservatuara girmek için ciddi hazırlıklar yaparken ben adeta sokaktan geçerken uğramış gibi oldum. Biri piyano diğeri solfej olmak üzere iki büyük sınav vermem gereken bir okuldu, bunun yanı sıra müzik bilgisi ile Rusça diksiyonunun da iyi olması, o okula girmek için önemli ölçüler. Birinci basamakta şarkı söyledim ancak mutlaka solfej bilmek gerekiyordu çünkü solfej bilmeden sınavı geçmek mümkün değildi. Söylediğim gibi hiçbir hazırlık yapmadığımdan bir korkum ya da endişem yoktu. Eğer sınavları geçemezsem yabancı dille ilgili bir şey yapmayı düşünüyordum. Üstelik okula verdiğim evraklarımda müzikle ilgili herhangi bir uğraşım da görünmüyordu. Sınavdaki hocaların bu duruma şaşırdığını ve böyle şarkı söylemeyi nerden öğrendiğimi sorduklarını hatırlıyorum. Birinci sınavı vermiştim. İkinci sınavdan çıkınca da herkes sınavı bitiremediğini söyleyince ben hepsini yaptığımı söyledim.

O dönemde böyle müzikle ilgili bir gelecek düşünmediğimden ve kaybedecek bir şeyim olmadığından sınavda çok rahattım ve bu insanları şaşırtmıştı, zaten bir yandan da mezun olduğum yabancı dil enstitüsünde iki yıldır öğretmenlik de yapıyordum. İkinci turda da vokal yaptım. Sınav sonrasında, sınav süresince destek veren pedagogla göz göze geldik ve bana “rahat ol, tamam” dediğinde bu işi başardığımı sonuçlar açıklanmadan anladım. Böylelikle 5 yıl sürecek konservatuar eğitimim başlamış oldu ve 4 yıl önce mezun oldum. Konservatuar eğitimimde çok iyi hocalarla çalıştım bu anlamda çok şanslıydım.

Luka Gadeliya: Daha 4-5 yaşlarımdayken televizyonda filmler ya da konserlerde piyano çalanları izlerdim ve ben de gördüklerimi masanın üzerinde uygulardım. 6 yaşındayken, ailem beni Abhazya Tkuarçal’daki bir müzik okuluna götürdü. Orada kulağıma, ritim duyguma baktılar ve okula kabul edildim. Mayıs ayında okula gidecekken Ağustos ayında maalesef savaş başladı. Tkuarçal Abhazya’nın dağlık bir bölgesi ve savaş sırasında uzun süre kuşatma altında kaldı. 1993 yılında savaş sona erene kadar Abhazya’daydım ve tabii savaş ortamında okula gidemedim. Zor zamanlardı ve herkes sadece hayatta kalmayı düşünüyordu. Savaştan sonra Pitsunda’da normal bir okula gittim. Haftada bir gün müzik dersi vardı ve piyano çalıyorduk. Ben orada okurken de müzik derslerini çok seviyordum.

13 yaşımdayken kendim Pitsunda’daki müzik okuluna gittim. O sıralar Pitsunda’daki okulda az sayıda öğretmen ve müzik eğitimi almak isteyenler vardı. Beni de müziğe olan tutkum sayesinde kabul ettiler. Okula başladığımda, oradaki müzik öğretmenim müzik bilgisini anlatarak aktarmaktansa çeşitli enstrümanlar getirip öğrencilerin kendini keşfetmesini sağlıyordu. Ve ben o öğretmenimle piyano çalmayı hızlı bir şekilde öğrendim. Tabii artık 6 yaşımdaki gibi düşünmediğimden bu konudaki gelişimim de hızlı oldu. Daha ciddi repertuar çalışmaya başladım ve 3 yıl sonra konservatuara girmek için ön hazırlık denilebilecek bir okula başladım Sohum’da. Pitsunda’daki hocamla konservatuara birlikte hazırlandık. Ben tabii Pitsunda’da olduğumdan kilisedeki org sesini sürekli duyup etkileniyordum, bana hep ilginç geliyordu. Ancak Abhazya’da org çalmayı öğreten öğretmen yoktu. Sohum’daki okulda 4 yıl piyano eğitimi aldıktan sonra Moskova dönemim başladı.

Moskova’da Gnesin Müzik Akademi’sine gittim ve oraya gittiğimde zaten kararımı vermiştim , org çalacaktım. 5 yıl orada eğitim aldım. Elena ile de 3. sınıfta tanıştık. Hocam ise Moskova Filarmoni Orkestrası’nda solistti. Bana şansım yardım etti ve bu hocam bizim için org olan ülkelere bir tur düzenledi. Hatta her yıl 2-3 hafta Fransa, Hollanda, Almanya gibi ülkelerde workshoplara katıldık, workshoplardan sonra konser veriyorduk bu bizim eğitimimiz açısından çok verimli bir süreçti. 5 yıl sonunda bu sefer Moskova Tchaikovsky Konservatuvarı’na girdim, şimdi 3. yılımdayım ve Haziran ayında bitiriyorum. Burada hem çalmam ve hem de master tezimi yazmam gerekiyor. Master tezi benim açımdan önemli çünkü benim için ilginç bir çalışma. Birtakım eserlerin orga nasıl uyarlanabileceğini araştırıyorum, örneğin Fredie Mercury de böyle bir çalışma yapmıştı.

-Peki Elena siz, soprano olmaya kendiniz mi karar verdiniz ya da konservatuarda bu anlamda yönlendirme oldu mu?

-Bizi dinleyen hocalarımız bu konuda bizi yönlendiriyordu. Ses öyle bir şeydir ki kendisi için uygun olan yolu bulur. Eğer kendi sesinizin tonundan söylemezseniz bu problem yaratır ve belki de sesinizi kaybedebilirsiniz, o sebeple sesiniz sizin rehberiniz oluyor zaten. Eğer sen sesini tanımıyor ve konumunu bilmiyorsan mutlaka orada hocalar seni yönlendiriyor. Tabii senin hocalarına inanman çok önemli çünkü konservatuara gittiğimde ben müzik adına yeterli olduğumu, her şeyi yapabileceğimi düşünüyordum. Ve bu benim bir süre hocalara inanmaz gözlerle bakmama sebep olmuştu, oradaki hocam hala bunu bana hatırlatır.

-Çerkeslerin en yoğun yaşadığı diasporada resital/konser vermek size neler hissettirdi? Ve Türkiye’nin sizdeki karşılığı nedir?

L.G: Büyükannem bana sürgünü anlatırdı çocukken, “bizim kardeşlerimiz Türkiye’de yaşıyorlar ve çok sayıdalar, eğer olanağımız olursa mutlaka diyaloğa geçmeliyiz” diyordu. Ben buraya ilk kez geliyorum. Bizim için buraya gelmek çok anlamlı evet, Hibla (dünyaca ünlü Abhaz soprano Hibla Gerzmava) geldi ama Hibla dünya çapında bir sanatçı ve her yere gidiyor, o yüzden buraya gelmesi de şaşırtıcı değil. Buradan anlıyorum ki Abhazya’dan klasik müzik adına ilk gelenler Elena ve benim. Bu sebeple benim için burada konser vermenin çok büyük bir anlamı var. Buraya gelirken insanlar bizden hoşlanacak mı bizi anlayacak mı diye düşünmedim açıkçası çünkü en önemlisi buraya gelmekti zaten.

-Anavatan ile diaspora arasında farklı sosyo-politik, ekonomik ve tarihsel unsurlar ve Türk devletinin asimilasyon politikaları hatta İslamiyetin etkisiyle kültürel yaşamlar arasında farklar var. Belki bu sorunun cevabı için gözlem yapmak adına yeterli zamanınız olmadı ama yine de size göre iki toplum arasındaki en belirgin farklılıklar nelerdir? Burada olduğunuz süre boyunca gözünüze çarpan ayırt edici birtakım özellikler oldu mu?

E.A: Ben dinin bir etkisi olduğunu düşünmüyorum. Abhazya’da din çok baskın bir faktör değildir. Yani Hıristiyanlık adına baskı görmüyorlar ve burada da görüyorum ki diasporadakilerde de Müslümanlık çok baskın değil ya da Müslümanlık adına bir baskı altında değiller gibi gözüküyor.

-Aslında din bu farklılıkları yaratan faktörlerden sadece biri, Osmanlı döneminde Müslüman tebaaya eklemlenmelerinden, cumhuriyet Türkiyesi’nin hegemonik bir Türklük üst kimlik politikası var. Osmanlı zaten kendi içinde eritmiş.

E.A: Tabii ki farklar var. Biz savaş yaşamış insanlarız ve savaşın bizde bıraktığı izler var. Abhazya’nın kendi içinde de savaştan önce ve savaştan sonra Abhazya olarak bir ayrım var ve bunların arasında çok keskin bir sınır var. Biz gençler olarak savaş sonrası Abhazya’yı biliyoruz daha çok. Savaş öncesi Abhazya ya da daha önceki tarihselliği ancak bize büyüklerimizin anlattıklarından biliyoruz. Dışarıya karşı kendini kapatmıştı Abhazya. Zaten ambargo altındaydı ve savaş sonrası ayakta kalmaya çalışıyorduk.

Orada öyle bir duygu oluştu ki savaş sonrası son derece konservatiftiler, kendilerini hiç kimseye açmadılar ve savaşın etkisiyle dışarıdan gelebilecek herkesi düşman olarak görmeye başlamışlardı. Burada ise tabii çok farklı hele ki İstanbul gibi bir şehirde yaşayan Abhazlar ya da Çerkes halkı açısından daha da farklı çünkü İstanbul bence tümüyle bir Avrupa kenti ve buradakilerin bu kente uyumu çok hissediliyor. İnsanlar dışa dönük, Abhazya’daki gibi değil, bu mesela hemen görülebilen bir fark. Tabii bu karşılaştırmayı bu doğru diğeri yanlış diyerek yapmıyorum, bir tespit, sadece yorumum bu.

-Savaştan konu açılmışken savaş yaşamış dolayısıyla travmatik bir toplumda yetiştiniz. Savaşın kendi müziğinize, uğraştığınız sanat alanına dolaylı ya da direkt etkilerini hissediyor musunuz? Öte yandan kendi psikolojiniz açısından müziğin sağaltıcı bir yanı olduğunu söyleyebilir misiniz?

L.G: Tabii ki müzik çok yardımcı oldu bana. Abhazya’da hala savaşın etkisiyle ne yapacağını bilemeyen ya da bir yere yönlendirilmemiş gençler de var. Keşke onlar da sanatla uğraşsa diye düşünüyorum.

-Müziğin sağaltıcı tarafıyla birlikte bütünleştirici de bir yanı var. Şimdi orada birbirine düşman pozisyonunda halklar var, Gürcüler ve diğerleri olarak. Sizce bir gün iki halkın tekrar buluşması, birbirlerine ilişkin belleklerini tazelemesi ya da özür dilenmesi mümkün mü? Ve sizler sanatçı olarak müziğinizle, düşman edilmiş halkların en azından birbirinin insanlığını kabul edip, bunun üzerine yeniden dostluk köprüsü kurmaya çalışması için projeler gerçekleştirebilmeyi düşündünüz mü? Böyle bir tahayyülünüz hiç oldu mu?

E.A: Bizim yaralarımız daha açık ve henüz iyileşmedi. Ben tabii olan her şey unutulsun ve arada iyi bir diyalog olsun isterim ama bugün için böyle bir şey söz konusu değil. Mesela savaş çıktığında, benim anneannem orada kaldı, onu Moskova’ya getirememiştik ve komşusu Gürcü bir kadındı, üstelik çok da iyi görüşüyorlardı ama savaş çıktığında anneannemden bir bardak suyu bile esirgeyen birine dönüştü.

Şimdi hala bunları hatırlarken ve orada hala hiç kimse savaşta yaşadıklarını unutmamışken bu konuda yani iyi diyalog geliştirme konusunda bir söz söylediğinizde, o sözün üzeri çiziliyor. Savaşın kokusu orada hala duruyor. Bir de bu savaş bir günde, birdenbire başlamadı. Bütün bir yüzyıl boyunca bir dolu şeyin birikimiyle başladı. Abhazca konuşmamıza engel olmaya çalıştılar, hastanelerde Gürcü doktorlar Abhaz hastalara bakmadılar. Öte yandan kültürel anlamda kabul ediyorum evet, Gürcü kültürü çok ileridir, müzik ve dans konusunda çok gelişmiş bir toplum, çok güzel müzikler sunuyorlar dünyaya ama bu güzelliğin arkasında hala taş gibi bir kalpleri olduğunu hissedebiliyorum. Tabii böyle söylemek yanlıştır; kötü halk yoktur, kötü insanlar vardır yani bir halkı bütünüyle kötüleyemeyiz. Hatta savaşta Abhazya adına savaşmış ve kahramanlık almış Gürcü insanlar da var. Biz tabii ki bütün Gürcüler’in çok kötü olduğunu söyleyemeyiz. Ama bir oran vermek doğru olursa biz, yüzde doksanını maalesef kötü olarak adlandırırız. Ve gelecek için konuşacak olursak da ben Gürcüler’in bize karşı çocuklarını iyi duygularla yetiştirmesini isterim ancak ne yazık ki bunun böyle olmayacağından da eminim. Hala onlar, “Orası bizim toprağımız ve bir gün biz gidip yerleşeceğiz” diyorlar. Herşeye rağmen bir gün iyi bir şey olacağına inanmayı istiyorum.

L.G: Savaşa kadar çok iyi müzisyen insanlar vardı ve Gürcü müzisyenlerle birlikte çalışırlardı ve hatta hala Moskova’da birlikte iş yapan eski müzisyenler mevcut. Ama bu, Abhazya’da mümkün değil. Ben de yüz yıl sonra bile bir arada yaşamanın mümkün olmadığını düşünüyorum.

-O halde müzikten devam edersek, çalacağınız ve seslendireceğiniz eserleri seçerken kriterleriniz nelerdir? Beğendiğiniz şarkıcı ya da besteciler kimler?

E.A: Sesimin çerçevelerine uyan eserler seçiyorum. Tabii sesim zaman zaman değişebiliyor o zaman da buna bağlı olarak teknik açıdan kriterler belirliyor seçeceğim parçayı, tabii bir de beğendiklerim. En çok Puccini’yi ve Puccini’nin Tosca’nı, Verdi’nin La Traviata’sını seviyorum. Tchaikovsky’de sevdiğim besteciler arasında çünkü onu hissetmen lazım, ancak ondan sonra söyleyebilmek mümkündür. Rahmaninov da favorilerimdendir. Ama sanırım en çok İtalyan bestecilerini seviyorum.

L.G: Benim repertuarımda zaten sevdiğim besteciler var, en başta Bach, İsaac Albeniz, Handel, Vivaldi gibi ama mesela Chopin yok repertuarımda .Çünkü Chopin’in orgla çalınabilecek besteleri yok. Ama Bach’ı çok seviyorum çünkü org için en güzel eserleri yazan bana göre Bach’tır. Zaten org için eser yazanlar en çok Alman ekolünden çıkmıştır, yanı sıra Fransızlar da yazmıştır. Başka enstrümanlar için yaptıkları eserlerle popüler olmuş besteciler, org için de yazmışlardır.

– Elena, en çok hayat vermek istediğiniz opera karakteri kimdir?

-Kesinlikle Carmen ve Tosca. Tabii genelde operalardaki karakterler çok özgüvenli değildirler, daha hassas karakterlerdir ama ben güçlü karakterleri oynamayı tercih ederim. Kişisel olarak da güçlü bir karakter olduğumu düşündüğümden, güçlü ve içinde derinliği olan karakterleri severim.

-Farklı müzik tarzlarının sentezi ile ilgili ne düşünüyorsunuz? Böyle bir projeniz var mı?

L.G: Moskova’da farklı müzik tarzlarıyla org çalan biri var. Kendisi rock gruplarıyla sahneye çıkıyor. Ben de ileride bu tarz müzik yapmayı istiyorum ancak şu an için buna ayıracak vaktim yok.

-Türkiye’ye gelmeden önceki düşüncelerinizle geldikten sonraki düşünceleriniz arasında ne gibi farklar oluştu ya da oluştu mu?

L.G: Açıkçası ben, daha önceden kendi halkımdan birilerini yaşadığı bir ülke olarak değil de daha çok turistik bir ülke olarak görüyordum Türkiye’yi ,özellikle İstanbul’u.

E.G: Tabii bizim burada Türklerle bir kontağımız olmadı, hep kendi insanlarımızla bir arada bulunduk onun için genel bir görüş bildiremiyorum ve sadece İstanbul’u görerek tüm ülke hakkında bir fikir yürütemiyorum.

-Luka, Pitsunda Katedrali’nde çalmanın sizin için özelliği nedir?

-Şimdi her kilisedeki orgun özellikleri farklıdır ama Pitsunda’daki org benim tanıdığım bildiğim bir org ve ben 4 ay orada kalıp, kilisede konser veriyordum. Yaşadığı yer insanın evidir anavatanıdır, ben de Pitsunda’daki org için böyle düşünüyorum. Başka yerlerde de org çalıyorum ama Pitsunda’daki benim evim hatta benim orgum diye hissediyorum.

-Türkiye dışındaki diasporalarda kendi halkınızdan sanatçılarla iletişiminiz oldu mu ve varsa onlarla ortak bir proje yapmayı düşünüyor musunuz?

L.G: Maalesef tanımıyoruz ve bir iletişimimiz olmadı bugüne kadar. Eğer imkanımız olsa kendileriyle kontağa geçip projeler yapmak isteriz elbette.

-Peki Elena, son olarak operada bir hayalet olduğundan bahsediliyor doğru mu?

E.A: Buna inanıyor musunuz? (Gülüşmeler…) Aslında ben şuna inanıyorum, bir opera sanatçısı şarkı söylemeye başlarsa, o ses öldükten sonra da devam eder. Çünkü bu iş ruhla yapılan bir iş ve onun için evet, operada hayalet vardır.

 
 
 
 
 
 
 

Sayı : 2014 06

Yayınlanma Tarihi: 2014-06-10 00:00:00