Nawruz erkeksiz kalan Aşıhable’lilere yardım edebileceğini, Canbolet beyin himayesinde olduğunu, isterlerse Aşıwhable’lilerin de bu gruba katılabileceklerini söyledi. Nebzıf birilerinin yardımı olmadan kadın başlarına bu cehennemden çıkamayacaklarını bildiğinden delikanlının teklifini kendisi için değil, etrafındaki zavallı yaşlı kadın, gelin ve çocukları düşünerek kabul etmek zorunda kaldı. Nawruz’un da yardımı ile dokuz kişilik Aşıwhable’li grup toparlanarak Canbolet beyin kafilesine katıldı.
Nihayet Thaupse’deki bekleyişin beşinci günü, öğleden sonra denizde dört tekne belirdi. Teknelerin görünmesiyle sahil hareketlendi. Sabırları tükenme noktasına gelen umut yolcularının bazıları kayaların üzerine çıkıp teknelerin sahile yanaşması için bağırmaya, el kol hareketleri yapmaya başladılar. Teknelerden birisi Thaupse’ye hiç uğramadan kuzeye doğru yoluna devam etti, diğer üç tekne ise sahile yanaştı. Teknelerin kıyıya yaklaşmasıyla birlikte büyük bir izdiham yaşanmaya başladı. Kaptanların etrafı bir anda insan seli olmuş, herkes kendisinin ve ailesinin Osmanlı topraklarına götürülmesi için bir an önce fiyatta anlaşmaya çalışıyordu. Kaptanlarla anlaşan yolcular sadece yanlarına birazcık darı ve birkaç fıçı sudan başka bir şey alamıyordu. Türk kaptanlar o kadar aç gözlü ve menfaatlerini düşünüyorlardı ki 40-50 kişilik teknelere 150-200 kişi dolduruyorlardı. Çaresiz Adıgeler ise ölümü göze alarak panik içinde teknelere akın ediyordu. Thaupse son derece trajik bir görünüm içindeydi. Bu hazin tabloda sadece yüzleri gülen Türk Kaptanları ve Rus askerleriydi. Erkekler bellerine kadar suyun içinde kadınları ve çocukları teknelere taşıyorlar, kaptanlar ise teknelerde bir karış boş bir yer kalmaması için yolcuları bizzat kendileri yerleştiriyorlardı. Kadınları tıka basa teknenin ambarlarına indiriyorlar, her gelene ne yapıp edip yolcuları sıkıştırarak yeni yerler açmayı başarıyorlardı. Erkekleri ise güvertede öyle sıkışık vaziyette diziyorlardı ki, zaman zaman tayfalar yolcuların başlarının üzerinde yürümek zorunda kalıyordu. Canbolet bey, Aşıwhable’liler dâhil yetmiş beş kişilik kafilesini kaptanla anlaşarak aynı tekneye bindirmeyi başardı. Atlarını da yanlarında götürmek istiyordu fakat kaptan atlar için haddinden fazla para istediği için bundan vazgeçti. Tekneler artık bir kişiyi daha sıkıştıracak yer kalmayıncaya kadar dolduktan sonra yatsı vaktine doğru çıkan rüzgâra yelkenlerini açarak hareket etti. Teknelere binemeyenler çaresiz bekleyişlerine devam etmek zorunda kaldı. Teknelere binenler ise karanlıktan zor seçilen dağlarına ve gökyüzündeki tanıdık yıldızlarına son kez baktılar. Ciğerlerine son çekişleriydi serin vatan havasını. Hepsinin içinde bir orman yangını; her alevi hasret, her kıvılcımı özlem ve umut yüklü. Sakin, sessiz bir ayrılıştı Thaupse’den o an, ama nice gürültülü şimşeklere gebe bir ayrılış. Bu şimşekler Çerkesya dağlarında özgürce uçarken; Anadolu semalarında, Golan Tepelerinin yamaçlarında, kızgın Arap çöllerinde ve balkan vadilerinde uçmak zorunda kaldıkları ilk gün belirecekti dağ kartallarının gözlerinde.
Sabaha doğru tekne açık denize ulaşmıştı. Kızıl bir renkle başladı şafak. Biraz sonra da bir yavru gibi güneş doğacaktı. Anne şafak, güneşi yıkayacak ve nur topu gibi bir evlat doğuracaktı. Güvertedeki erkekler yavaş yavaş gözlerini aralıyordu doğan güneşle birlikte. Kaç şafağa bu şekilde gözlerini açacaklardı hiç birisi bilmiyordu ama yinede doğan her güneşte bir umut arıyordu hepsi. O sabah deniz oldukça sakin, hava da serindi. Tekne çok yavaş hareket ediyordu. Umut yolcuları uyku mahmurluğunu yeni yeni üzerlerinden atıyorlardı ki bir ses çınlattı güverteyi “Şuraya bakın” (Mode şupĺ).
Denizin sakin sularının üzerinde bir çocuk cesedi göründü, tekne biraz daha ilerleyince bir kadın cesedi daha, biraz sonra birkaç ceset daha. Güvertedekiler tanıdık birisi olabilir düşüncesiyle denizin üzerindeki cesetlerin yüzlerine dikkatlice bakmaya çalışıyordu. Denizde hava bozduğunda, deniz suyu güvertelerin kenarlarına kadar yükseliyor aşırı yolcu yüklenmiş tekneler tutunamayıp batıyordu. Daha sağlam veya daha az yüklenmiş tekneler ise dalgalanma sırasında o kadar kuvvetle sarsılıyordu ki yolcular üst üste yığılıyor ve bir birlerini eziyordu. Ayrıca yiyecek, içecek sıkıntısı içindeki yolcular tifo, çiçek gibi bulaşıcı hastalıklara yakalanıyor, zayıf bedenleri bu illetlere hiç mukavemet gösteremeden teslim oluyordu. Günün ışımasıyla birlikte teknenin ambarından bağırış, çağırış sesleri de yükselmeye başladı. Zifiri bir karanlıkta ambar içinde geceleyen kadınlar, sabah uyandıklarında hemen yanı başlarında oturan bir yaşlı kadının veya küçük bir çocuğun cansız bedenini görünce feryat figan ediyorlardı.
Daha ilk günün sabahında ambarda iki yaşlı kadın ve iki küçük çocuk hastalık ve havasızlıktan hayata gözlerini kapamıştı. Ambardan acı haber anında ulaşıyordu güvertedeki erkekler arasındaki yakınlarına. Kaptanlar teknede ölü taşımanın uğursuzluk getireceğine inandıkları için, cesetleri hiç vakit kaybetmeden denize atıyordu. Böyle durumlarda kadınlar cesetlerini vermemek için saçlarını başlarlını yolarak kendilerini paralıyor, avazları çıktığı kadar bağıra-çağıra direnmeye çalışıyorlardı. Erkekler ise çaresizce yüreklerine taş basmak zorunda kalıyordu. Tekne yol aldıkça yeni cesetler ekleniyordu denizin üzerindeki cesetlerin yanına. Bu manzaralara o kadar alışmışlardı ki artık hiçbirisi korkmuyordu ölümden. Ölümün yüzü soğuktu ama vatanlarının dağ pınarları kadar tatlı ve serin geliyordu onlara artık. İkinci gün birisi Aşıwhable’li üç kadın ve bir bebeği denize atmak zorunda kaldılar. Üçüncü gün üç adam ve iki kadın daha öldü. Her geçen gün denize atılan cesetler çoğaldıkça güvertedeki ve ambardaki yer biraz daha genişliyordu.
Bu arada ambarda Nebzıf’ın hemen yanı başında oturan Hacet’te ağır hastaydı. O gecede teknenin ambarında insanın içini daraltan kasvetli bir hava vardı. Hacet’in iki yaşındaki oğlu Harun, annesinin kurumuş göğüslerinde içecek bir damla süt bulamamış açlıktan ağlıyordu. Vakit gece yarısına yaklaştığında ağlamaktan yorulan küçük çocuk annesinin kucağında uykuya dalmıştı. Azrail her nedense gece vakti ortaya çıkıyordu. İçeride boğucu bir sıcak olmasına rağmen Hacet soğuk soğuk terler döküyordu. Ecelinin geldiğini anlayan zavallı anne yanı başında oturan genç kıza, “Senden bir ricam var Nebzıf. Benim vaktim geldi. Kadersiz oğlum Harun sana emanet. Ona verebileceğim tek şey belimdeki gümüş kemer. Rahmetli babam hacdan gelirken Acem diyarından alıp getirmişti bana bu kemeri.(*) Oğlum sağ kalır da bir gün evlenirse gelinime versin. Allah yardımcınız olsun” dedi.
Karanlıkta Nebzıf’ın gözlerinden yanaklarına süzülen gözyaşlarını göremiyordu ölümle pençeleşen anne. Nebzıf, Hacet’in elini iki avucuna aldı ve “Merak etme Hacet ben yaşadığım sürece ona elimden gelen her türlü yardımı yapacağıma söz veriyorum. O bu zor günlerimizde tek tesellim, yaşam kaynağım olacak. O bundan sonra benim öz kardeşim, gözün arkada kalmasın” dedi.
Hacet, kucağında uyuyan biricik yavrusunu bağrına basıp doya doya kokladı. Ölüm ve yaşam çizgisindeki son anında bile nasırlı anne yüreği, biricik yavrusunu son kez öpmeyi ihmal etmedi. Hacet’in cesedi de o gece Karadeniz’in yalancı yakamozları arasında kayboldu gitti. Devam edecek.
(*) Öyküde anlatılan deniz yolculuğu esnasında ölen annenin (Hacet) oğluna verilmek üzere, öykünün kahramanlarından Nebzıf’a emanet ettiği gümüş kemer, Ankara’da ikamet eden Sayın Yaşar Özcan’dadır.