Suriye’de neler oluyor?

0
621

Gazeteci-Yazar Fehim Taştekin, 3 Nisan’da Şamil Vakfı’nda idi.
Vakfın kahvaltı programı sonrası, savaş alanında bulunmuş bir gazeteci olarak Suriye’de yürütülen “vesayet savaşı” ile ilgili gerçekleri anlattı. Türkiye kamuoyuna sunulan fotoğrafın başka bir ülkeyi ve savaşı anlattığını, okuyucularımız Fehim Taştekin’in anlattıklarını okuduktan sonra daha iyi anlayacaktır.

Anekdotlar 

Şamil Vakfı, evim gibi hissettiğim bir yer. Her geldiğimde söylüyorum, aslında bu evin damadı değil sahibiyim. Benim Çerkes olup olmadığım Türkiye sınırları dışında da konu oluyor. Bu yüzden Suriye meselesine Çerkeslikle ilgili bir anekdotla gireceğim. Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey bir yetkili brifing veriyor. Washington Post muhabiri diyor ki; “Sayın yetkili siz ‘böyledir’ diyorsunuz ama Fehim Taştekin de tam tersi şeyler yazıyor. Bu konuda ne diyorsunuz?” Yetkili de “Fehim Taştekin Çerkes olduğu için böyle şeyler yazabilir” diyor ve ekliyor “Çünkü Çerkeslerle Esad’ın arası iyidir.”

Başka bir sefer de yine birisi “Fehim Taştekin Çerkes olduğu için böyle şeyler yazıyor, onun için mazur görmek lazım” derken bir diğeri “Ya Fehim Taştekin Alevi değil miydi? Çerkesler arasında Aleviler var mı?” diyor. Yani tekrar eden bir olay bu.
Birçok yerde programlara katılıyorum, yurt dışında ve Türkiye’de. ‘Fehim Taştekin Çerkes’ diyerek özel olarak dinlemeye gelen Çerkesler oluyor. Mesela Amsterdam’da bir konferans sırasında bir çift geldi. Kadın “Hoşgeldin Fehim” deyip bana sarıldı, şöyle güçlü bir şekilde, ben de sarıldım, sonra eşiyle kucaklaştık. Beni davet eden sordu: “Ya siz tanışıyor musunuz, akraba mısınız?”. “Eee Fehim Çerkes, biz de Çerkesiz” dediler. Ben de “Evet, Çerkesler böyle akrabadır, yani biz ilk kez karşılaşıyoruz ama öyle” dedim. Bana dönüp “Ama Fehim sen Türk değil misin?” deyince o çift biraz tuhaf oldu. Yani “Bir Türk’e mi sarıldık” der gibi.
Ancak beni daha çok etkileyen Ortadoğu’da dolaşırken her zaman Çerkeslerin izlerine rastlamak oldu. Lübnan’ın kuzeyinde Trablus’ta tarihi çarşıda dolaşırken Arapça ‘Çerkes Sabuncusu’ yazan bir tabela gördüm. Biraz yürüdüm yine bir ‘Çerkes Sabuncusu’. Çerkeslerle diyalog kurmak çok kolay, benim için. “Çerkes damadıyım” diyorum ve sağ olsunlar ilgi gösteriliyor.
Amman’da Prens Hasan’ın özel davetlisiyiz. Prens Hasan’a “Eşimin selamı var, şimdi whatsupp’tan mesaj attı, kendisi Adige’dir” dedim. “Aleykümselam, sen de selam söyle” dedi. Sonra Prens Hasan diğer masaya geçti, 5-6 masa vardı ve her birini dolaşıp sohbet etti. Toplantı bitti. Biz dışarı çıktık. Bir hanımefendi yanıma gelip “Eşi Çerkes olan siz misiniz?” dedi, “Evet” dedim, “Ben Prens Hasan’ın sekreteriyim, kartımı alın ve lütfen bir sıkıntınız olursa çekinmeden arayın” dedi. Demek ki Prens Hasan çaktırmadan talimatı verdi. Hoş şeyler tabi.
Suriye’den bir anekdot. Şeref Abaza’yı tanırsınız. Eski milletvekili. Şeref ağabeyi aradım, “Şam’dayım, buralarda mısın?” dedim. “Fehimcim ben Sohum’dayım. Ama Velid orada. Velid’e hemen telefon edip haber vereyim”. Velid Abaza emekli general. Hemen geldi görüştük. Özel bir toplantıya gidiyormuş, biz konuşurken eşi de geldi, onunla da tanıştık. Şeref Abaza benim Suriye yönetimine gaddar ve zalim dediğimi biliyor, kendisi gibi sözümü esirgemeyeceğimi de biliyor. Ama hiçbir zaman telefonuma çıkmamazlık etmedi. Çerkeslerin benim hayatımda böylesi özel bir yeri var.
Kerkük’te de Çerkeslerle karşılaştım, hemen evlerine misafir ettiler. Avrupa’da sıklıkla karşılaşıyorum. Sevgimiz, muhabbetimiz hiçbir zaman eksik olmuyor. O yüzden size de teşekkür ederim, bana bu hisleri yaşattığınız için.

Suriye

Çerkesler bir kez daha evlerinden oldu

Bugün burada Suriye’yi konuşacağız. Yorulduk konuşmaktan. Ancak bizi fazlasıyla yakan bir konu. Suriye’yi yaktı, Türkiye’yi yakıyor, komşuları yakıyor, şimdi Avrupa’yı etkilemeye başladı. Çerkesler bir kez daha evlerinden oldu. O yüzden konuşmak zorundayız. Suriye meselesi Türkiye’de maalesef çok iyi anlaşılamadı. Ortadoğu’yu çok iyi bildiğini, her gelişmeyi yönetebileceğini söyleyen bir iktidar var. Ancak üzülerek söyleyeyim ki Suriye’nin “S”sini bilmeyen bir kadro bu süreçleri yönetmeye kalkıştı ve tamamen batırdı.

Vekâlet savaşı

Suriye’yi neden bu hale getirdiler?
Bizim vekâlet savaşı dediğimiz bir savaş bu. Yani bu bölgeyle ilgili hesapları olan uluslararası güçlerin ya da bölgesel güçlerin sahada kendilerine yakın grupları kullanmak suretiyle ortak düşmana karşı yürüttükleri bir savaş. Yani vekiller ve müvekkiller var.
Bu savaş neden çıktı, savaşanlar kim? Suriye’den ne istediler?
Bir kere bunu temelde iyi anlamamız gerekiyor. Suriye’nin detaylarını tartışırken bazen bu ana fotoğrafı kaçırıyoruz. İnsani boyutu var, Suriye’nin kendi iç dengeleri ve kendi sorunlarından kaynaklanan boyutları var. Herkes işine geldiği gibi yaklaşıyor. Örneğin bir taraf söze “350 bin insanı katleden Esad” diye başlıyor. Yani insani tarafıyla baktığını savunurken aslında manipülasyon yapıyor. Bunun bir savaş olduğunu, aslında iki tarafın da savaş suçu işlediğini, sivillerden sonra en büyük kaybı 120-130 bin kişiyle Suriye ordusu ve diğer hükümet güçlerinin verdiğini söylemek işlerine gelmiyor. Diğer taraf da ülkeye komplo kurulduğunu, kirli bir savaş yürütüldüğünü ve vatanı savunduklarını söylerken sanki krizin derinleşmesinde kendilerinin hiç sorumluluğu yokmuş gibi davranıyor.
Objektif olmak zorundayız. Ön yargılarımızı yıkmak zorundayız. Suriye’yi dolaşarak gerçeğe yakın bir fotoğraf çıkarmaya çalıştım kendimce. İnsaflı olmaya çalıştım.

Suriyelilik bilinci

“Genel çerçeveyi anlamamız gerekiyor” derken şunu kast ediyorum. Suriye özel bir yer. Bir kere bu coğrafyada kendi tarihini 4-5 bin yıl geriye doğru götüren milletler yaşıyor. Suriye çok ciddi medeniyetler geçirmiş bir yer. Üstten bakarak ‘Arap bunlar, iş bilmezler, medeni değiller’ gibi yaklaşımlar son derece ırkçı ve cehaletten kaynaklanıyor. Yönetimi kötü olabilir ancak herhangi bir Suriyelinin hissettiği tarihsel gurur Türkiye’de her bir Türk’ün hissettiği tarihsel gururdan asla daha az değildir. Şam’da bir kafede otururken kütüphanesinde 39 ciltlik bir kitap gördüm, nedir diye baktım. Kitabın ismi “Büyük Şam Tarihi”. İstanbul’un tarihini anlatan böyle bir kitabımız var mı? Suriyelilik kimliğinden bahsederken bu insanlar böylesine tarihsel bir birikime yaslanıyorlar. O yüzden dışarıdan müdahaleler söz konusu olunca bizim öngöremediğimiz şekilde bir Suriyelilik bilinci tetikleniyor. Bunu bir diktatöre sahiplenme olarak okuyamayız. Bunu halkın kendi ülkesine sahiplenme refleksi olarak okumak zorundayız. Başka türlü Suriye’yi anlamakta zorlanırız. Zengin bir birikimi ve geçmişi olan bir bölgeden bahsediyorum. O yüzden buraya daha özenle yaklaşmak gerekiyor.
Buradaki tarihsel bilinç bir Osmanlı fesini alkışlamaya izin vermez. Bu altyapıyı hiçbir zaman kaybetmedi. Arap milliyetçiliğinin kökeni Suriye’dir. Bize bu milliyetçi duruş Osmanlı’ya ihanet olarak öğretildi. Hayır, her milletin kendi tarihsel geçmişi ve milli gururu vardır ve bunlar fırsat bulduğunda nüksediyor. Biz bu tarihsel süreçleri ve Türk algısını bilmeden Suriye halkına model olduğumuz iddiasıyla yaklaşıyoruz. Yeni Osmanlılar Bilal-i Şam’ın efendisi olmak için can atıyor ama Suriyelilerin ne hissettiğinden haberi yok. Tarihsel birikimi özellikle vurguladım çünkü başka birçok konuda bunun uzantıları karşımıza çıkıyor.

Suriye’deki karışıklık en fazla İsrail’in işine geldi

Coğrafi konum itibariyle Suriye’nin oturduğu yer de çok önemli. Bir kere İsrail’le teknik olarak savaş halinde. Golan Tepeleri işgal edildiğinden beri İsrail ile Suriye düşman. Haliyle Suriye’deki karışıklık en fazla İsrail’in işine yaradı. İsrail yönetimi çok dikkatli bir politika izleyerek başından itibaren sanki bu savaşta hiç rolü yokmuş gibi davrandı. Ancak vardı. Kritik dönemlerde önemli tesisleri vurarak ya da silahlı grupların ilerleyişini sağlayacak şekilde cerrahi operasyonlar yaparak isyana katkısını sundu. Kaide’nin Suriye kolu Nusra Cephesi’ni desteklemekten kaçınmadı. İsrail’in isyancılara desteği Golan’da ateşkesi denetleyen BM Gözlem Misyonu tarafından da Güvenlik Konseyi’ne rapor edildi. Eski Mossad uzmanı iki profesörle birlikte Oslo’da bir toplantıya katıldım. NOREF düzenlemişti. Her ikisi de dedi ki “İlk kez tek bir kurşun atmadan bir düşmanımızın diz çökmesini izliyoruz. Düşmanlarımız birbirlerini yiyor ve bundan dolayı Araplar bizi suçlamıyor, son derece mutluyuz.” Suriye krizinin neden çıktığını tartışırken İsrail’in durumunu görmezden gelemeyiz.

ABD

MİT ve CIA silah sevkiyatını organize eden iki gizli servis olarak karşımıza çıkıyor
Amerika bağlantısı da son derece önemli. Çünkü ABD yönetimi Ortadoğu’da 1979’da Camp David anlaşması ile bir düzen kurdu. Buna “Camp David Düzeni” diyoruz. Bu düzen İsrail’in güvenliğini garanti altına alıyor ve Amerikan çıkarlarını muhafaza ediyor. İran ve Suriye bölgede iki ülke olarak bu düzeni tehdit ediyor. Türkiye’yi yönetenler bölgenin efendisi olma hevesleriyle egolarını şişirirken aynı zamanda ABD’nin bölgeye dizayn verme planlarına göre hareket etmiş oldular. Türkiye bu süreçte kritik roller üstlendi; hem Esad’a alternatif olmaları için Suriye Ulusal Konseyi’nin oluşumuna hem de askeri düzlemde Özgür Suriye Ordusu’nun kurulmasına ön ayak oldu. Özgür Suriye Ordusu ile sınırlı kalmadı Kaide ve müttefiklerinin palazlanmasına da hizmet etti. Türkiye toprakları bu grupların organize olması ve eğitilmeleri için kullanıldı. Türkiye üzerinden 2012’den beri silah sevkiyatı yapılıyor. Bu kirli savaş Türkiye üzerinden yürütüldü. Tabi aynı misyonu güney cephesi için ABD ve Suudi Arabistan’ın himayesindeki Ürdün üstlendi. Bu operasyon başlangıcında kuzeyde Milli İstihbarat Teşkilâtı (MİT) ve CIA silah sevkiyatını organize eden iki gizli servis olarak karşımıza çıkıyor. Mali yükü Suudi Arabistan ve Katar üstlendi. Silah tedarikini CIA sağladı. MİT bu silahların yerlerine ulaşmasını organize etti. Güneyde ise Ürdün üzerinden Suudi Arabistan ve ABD ortaklığı öne çıktı. Orta kesimde Kalamun ve Kuseyr cepheleri Lübnan’daki Suud güdümlü Sünniler üzerinden beslendi. Az önce dediğim gibi İsrail de Golan taraflarından katkısını sundu. Vekâlet savaşı işte böyle şekillendi.

Türkiye ile ayrışma

CIA, MİT ile birlikte silahlı grupların eğitilmesi, donatılması, silahlandırılmasında rol aldı. Ancak 2013’ten itibaren Amerikan yönetimi radikal unsurların çok hızlıca Türkiye-Suudi Arabistan-Katar tarafından desteklenmesinden dolayı rahatsız oldu ve frene bastı. Ondan sonra şu ayrımı yapmaya başladılar; ılımlılar ve radikaller. Yani makbul, kabul edilebilir muhalifler ve kabul edilemeyen muhalifler. Türkiye ile ayrışma böyle bir makas halinde büyüyerek bugüne geldi.
Türkiye IŞİD ve Nusra dahil bütün grupları destekledi. Hepsi Türkiye için desteklenmesi gereken devrimcilerdi. Kaide saflarındaki ayrışma sonrası IŞİD, IŞİD ismiyle ortaya çıkınca Türkiye’nin tavrı şu oldu; IŞİD Kürtlerle savaşıyorsa makbul, Suriye ordusuyla savaşıyorsa makbul ve Irak’ta Şii iktidarla savaşıyorsa makbul. IŞİD sadece Türkiye-Suud-Katar destekli gruplarla savaştığı an lanetli bir örgüte dönüşüveriyor. Türkiye Kürtlere karşı IŞİD ve Nusra gibi örgütler üzerinden bir çeşit vekâlet savaşı yürüttü. Türkiye topraklarından militanlar Kürt bölgelerine sızdırılarak saldırılar düzenlendi. IŞID’in petrolü uzun bir süre Türkiye’de satıldı. IŞİD petrolü sadece tankerler değil boru hatlarıyla Türkiye’ye geçiriliyordu. Bunların fotoğraflarını bizzat çektim. ABD bunları biliyor ve Türkiye’ye radikallerle çevirdiği işleri hatırlatıyor.

ABD’nin eli temiz değil

Elbette Amerikan yönetiminin eli burada temiz değil. CIA’nın yeryüzünde ne kadar pis işlere bulaştığını hepimiz biliyoruz, darbeler yapmak dâhil. Kaide de CIA’nın Afganistan’daki cihatçı seferberliğinin bir ürünüydü. Ancak Amerikan yönetimi bu örgütlerin kendi çıkarlarını tehdit ettiğini de tecrübe etti. O yüzden kontrol edemeyeceği örgütler konusunda ABD frene basıyor. Örneğin Amerikan büyükelçisi Libya’da daha önce silahlandırılan gruplardan biri tarafından öldürülünce ABD hemen Suriye’de desteklenen örgütlerle ilgili bir süzgeç oluşturdu. Nusra Cephesi Aralık 2012’de terör örgütü listesine alındı. O zamana kadar Nusra dâhil herkes devrimci muamelesi görüyordu. ABD müttefiklerin baskısıyla inanmadığı halde ılımlılar ordusu yaratma projesini sürdürdü. Geçen yaza kadar eğit-donat devam etti. Bu program çökmesine rağmen ABD hala ılımlı gördüğü bazı grupları CIA eliyle silahlandırmaya devam ediyor. Tabi ABD alternatifini çıkaramadığı için Suriye’de rejimi yıkma planından vazgeçip hedefe IŞİD’i koydu. Türkiye ile kavganın en önemli nedeni bu türden bir hedef kaymasıdır.

ABD-Rusya-Kürtler

ABD yönetimi baktı ki ılımlılardan anlamlı bir güç devşirilemiyor hemen Kürtlerle çalışmaya başladı. Kürtler hem ABD ile hem Rusya ile temasta. Tuhaf bir durum ama Kürtler kendileri olmadan ABD’nin sahada hiçbir şey yapamayacağını biliyor. Rusya’yla da çok eskiden beri zaten diyalogları var. Rusya da onlardan şunu bekliyor; “Terör örgütlerine karşı direndiniz, eyvallah teşekkür ederiz ama geleceğiniz Suriye’dedir, bir noktadan sonra Esad yönetimiyle oturun anlaşın, bu iş tatlıya bağlansın, ABD’ye fazla alan açmayın”. İşte böylesi dehşet dengesi içinde bir Suriye var.

Esad Alevi diye Suriye’de sistem Alevi değildir

93 ülkeden cihatçılar Suriye’de mezhepçi bir savaş yürütüyor
Dışişleri’nin gözünde Rusya eninde sonunda ikna edilebilir bir ülke iken asıl sorun olarak İran görülüyordu. Yani İran’ın Suriye’nin arkasında durmaya devam edeceğini söylerken bunu mezhep dayanışmasına bağlıyorlardı. Ancak burada da yine ayrı bir cehalet var. İran’la Suriye arasındaki ilişki mezhebi bir ilişki değildir. 1979’da İran İslam Devrimi sonrası tercihini İslami bir düzen kurmaktan yana koydu. Suriye ise Ortadoğu’nun en seküler sistemine sahip ve rejiminin karakteri herhangi bir mezheple izah edilemez. Yani Beşar Esad Alevi diye Suriye’de sistem Alevi değildir, hiçbir zaman olmamıştır. Esad babası gibi Sünniler gibi yaşıyor, burada Alevilik ya da Sünnilik kimliği öne çıkmıyor. Bu kadar kan aktığı halde hala gerek yönetim gerek halk arasında mezhebi ayırım öne çıkmıyor. Bu bir tabudur Suriye’de. Yani bir mezhebe vurgu yapmak yadırganır. Sokakta da herhangi birinin mezhebini sorarsanız yüzünüze ters ters bakar. 93 ülkeden cihatçılar Suriye’de mezhepçi bir savaş yürütüyor, buna rağmen kimse kalkıp falan yerde Sünni ya da Alevi vatandaşımız öldü demiyor. Bizde ise Cumhurbaşkanı çıkıp “Reyhanlı’da 52 Sünni vatandaşımız öldü” diyebiliyor. Böylesi bir ifadeyi ben şimdiye kadar Suriye’de duymadım. Sünnilik ve Alevilik vurgusu asla yapılmıyor. “Suriye neden çökmedi?” sorusuna yanıt ararken bakmamız gereken noktalardan birisi de budur.

Sünni unsurlar da oynanan kirli oyunu gördü

Ankara’dakiler meseleye mezhep gözüyle baktığından Sünni şehir Halep’in isyan edeceğini bekliyorlardı. Ama yönetimin asıl dayanağının Sünni kesimler olduğu gerçeğini gözardı ettiler. Halep Suriye’nin kalbidir, ticari olarak, kültür olarak, tarihsel olarak. Halep düşerse Suriye de düşer. Ama Halep’i düşüremediler. İşte buna kafa yormak lazım. Mesele sadece rejimin askeri gücü müdür? Hayır değildir. Sünni unsurlar da oynanan kirli oyunu gördü. O yüzden Esad’ı sevsin ya da sevmesinler, bu insanlar kendi ordularından yana olmayı tercih etti. Tercih etmeyenler de var, genel hatlardan bahsediyorum. Suriye’nin ana arterleri bugün ordunun elindedir. Nüfusun yüzde 65’ini barındıran bu kentler Suriye’nin atar damarlarıdır. Haritada da bir algı operasyonu yapıyorlar. Fırat hattını elinde tutan IŞİD’in kontrol bölgesine çölleri de katarak koca bir siyah alan çiziyorlar.

Sahadaki mevcut tablo

Tartus, Lazkiye, Hama, Humus, Süveyde ve Şam’ın merkezi, Halep’in yarıdan fazlası, Deyr el Zor’un yarısı ve Dera’nın önemli bir kısmı ordunun elinde. Rakka’nın tamamı, Deyr el Zor’un yarısı ve Türkiye sınırlarına doğru birkaç kasaba IŞİD’in elinde. İdlib’te El Kaide ve ortaklarının hükmü geçerli. Halep ve Şam kırsalı ile birlikte bazı kentlerin kırsal alanları farklı grupların elinde. Kuzeyde ise Türkiye sınırlarına paralel 700 kilometreye yakın bir alan Kürtler ve müttefiklerinin hâkimiyetinde. Kürtler kendi özerk yapılanmalarını kurarak IŞİD, Nusra, Ahrar el Şam gibi silahlı grupları kendi şehirlerine sokmadı. Yönetime karşı da savaşı bir seçenek haline getirmediler. Yer yer çatımalar olsa da… Bu şekilde savaşı kendi bölgelerinden uzak tutup üçüncü bir yol tutturdular. Türkiye’nin resmi söylemine göre demokratik özerklik hareketinin siyasi aktörü PYD, askeri aktörü YPG birer terör örgütü. Bunları PKK ile ilintileri nedeniyle hemen mahkûm edebilirsiniz ama hikâye bu kadar basit değil. Sahayı bilen birisi olarak bunların ne yaptığını anlatayım, kararı siz verin.

Demokratik özerklik

Korkunç bir tehdide karşı kader ortaklığı
Demokratik özerklik modelinin önünde verilmesi gereken ciddi sınavları var. Fikir güzel ama bozucu etken de çok. Şimdi mücadelenin odağında IŞİD ve benzeri örgütlerden gelen tehditleri bertaraf etmek var. Yani korkunç bir tehdide karşı kader ortaklığı. Bu tehdit bertaraf edildiğinde herkes bir yol ayrımına gelecek: Suriye ordusu ile savaş mı yoksa müzakere mi? Suriye yönetimi özerkliği ya da federasyonu kabul etmezse ne olacak? Suriye ordusu ya bizdensiniz ya da Kürtlerlesiniz diye Arap ve Süryanilere dayatırsa ittifak nasıl bir hal alacak? Ya savaşacaklar ya anlaşacaklar. Suriye yönetimi bizdeki gibi federasyon fikrine çok soğuk ama demokratik özerklik modelini adına özerklik demeden kabul edebilirler. Suriye’de Arap milliyetçiliği ve merkeziyetçi yapı çok belirgin olduğundan özerkliğe karşı direnç olabilir. Ancak Kürtler ittifakı korumak, yönetim de yeni bir cephe açılmasını önlemek için müzakere yolunu seçebilir. Ayrıca Türkiye ile Suriye arasında beş yılda ciddi bir husumet hâsıl oldu. Türkiye Kürtlerin özerklik elde etmesinden dolayı ziyadesiyle rahatsız. Suriye yönetimi de Türkiye’nin beş yılda yapıp ettiklerine bir yanıt olarak Kürtlerin kazanımlarını nispeten tanıyabilir.
Demokratik özerklik modeli Suriye krizinin aşılması açısından da bir şanstır. Bu model Suriye’nin geneline yayılabilir. Tabi aşiret yapılarının bu fikri benimsemesi için de epey çaba gerekiyor. Ki Kürtler de aylardır kurtarılan Arap bölgelerinde tam da bunu yapıyor: Özerkliğin faziletlerini anlatmak.
Demokratik özerklik modeli anlaşılması zor bir model. Özerklik mahalle örgütlenmesiyle başlıyor. Mahallelerde komiteler var. Yerel meclisler var. İnsanlar doğrudan süreçlere katılıyor. Komiteler hayata dair sorunlarla ilgileniyor. Mesela elektrikler sürekli kesildiğinden her bir sokağa bir jeneratör kuruluyor. Ya da temin edilen bir araçla çöpler toplatılıyor. Buna benzer çok sayıda komite var.

Türkiye kendi Kürtleriyle çatışmayı tercih etti

Biz bu yapıyı Türkiye’de nasıl karşılayacağız? Kendini Apocu olarak tanımlayan bir hareketi nereye koyacağız? Türkiye’de Kürt sorunu çözülebilseydi belki Suriye’deki bu oluşumu kabul etmek daha kolay olacaktı. Ancak Türkiye kendi Kürtleriyle çatışmayı tercih etti. Haliyle Suriye’deki bu yapılanma da düşman olarak deklare edildi. Buraya düşmanca yaklaşım sonuç getirmez. Kürtlerin diğer halklarla birlikte benimsediği özerklik oluşumuna Türkiye tehdit ya da müdahalelerle son veremez. PYD basit bir örgüt değil, arkasında bir halk var. Türkiye’nin kendi müttefikleri nezdinde de destek görmesi mümkün değil. Rojava’nın aktörleri Moskova, Prag, Stockholm’de temsilcilikler açtı ve sırada Kopenhag, Paris ve Berlin var. Türkiye bu süreci tersine çeviremez. Türkiye Kürtleri engelleyeyim derken kendini açıkça IŞİD’i kayıran ülke durumuna düşürdü. IŞİD’in elindeki iki sınır kapısı Türkiye sınırlarında. Türkiye “YPG Fırat’ın batısına geçemez” diyerek IŞİD’in bu bölgede tutunmasına hizmet ediyor. O yüzden Kürtler karşısında diplomatik savaşı kaybetti.

Kürtler

Kürtler; Arap, Süryani, Keldani, Ermeni, Çeçen ve kısmen Türkmenlerle ittifaklar kurdu
Kürtler burada 1980’lerden bu yana Abdullah Öcalan’ın fikirlerinden etkilenerek siyasi bir dönüşüm yaşadı. PKK’nin temelini attığı siyasal zeminde PYD ortaya çıktı. 2011’de kriz baş gösterdiğinde PYD ciddi bir sosyal mobilizasyona imza attı. Halkı örgütledi. İnsanların pratik ihtiyaçlarına yanıtlar verecek şekilde komiteler kurdu. Dahası tek başına hareket etmeyip bir ittifak ağı oluşturdu. Yani Araplar, Süryaniler, Keldaniler, Ermeniler, Çeçenler ve kısmen Türkmenlerle ittifaklar kurdu. Yani buradaki özerklik hareketini bir Kürt etiketine hapsetmeyip farklı etnik ve dini grupları içine almaya çalıştı. Cezire, Afrin ve Kobani’de kanton sistemi kurulan bu koalisyonun ürünüdür. Bütün bu yapılanmanın ana motor gücü de Tev-Dem’dir. Tev-Dem’in kuruluşuna PYD öncülük etti ancak içinde dört siyasi parti ve çok sayıda sivil örgüt var.

Kürtler neden farklı etnik ve dini gruplarla işbirliğini önemsiyor ya da önemsemek zorunda?
Evet, Kobani ve Afrin kantonları Kürt ağırlıklı. Ama Cezire Kantonu’nda Kürtlerle birlikte Araplar, Süryaniler ve başka halklar yaşıyor. Kamışlı, Haseke, Amude, Derik gibi yerlerde ancak ittifak iş görür. Eş başkanlık sistemiyle etnik realiteye uygun bir güç dağılımı var. Cezire Kantonu’nda başkanlık koltuğunu Arap şeyhi ile eski bir Kürt kadın gerilla paylaşıyor. Meclis koltuğunda bir Kürt ile Süryani oturuyor. En son kontrolü ele aldıkları Tel Abyad’da da demografik durum karışık. Bu yüzden burada Kürt iradesini dayatmayıp Araplar ve Türkmenlerle birlikte yönetimi tesis ettiler. Ayrıca yönetime katılan Kürtlerin hepsi de PYD’li değil. Kabul ettikleri anayasada Kürdistan ifadesi geçmiyor. Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunacağı vaadiyle Araplar ve diğer halkların endişeleri gideriliyor. Cezire’de Arapça, Kürtçe ve Süryanice resmi dil olarak kabul ediliyor. Anadilde eğitim hakkı kabul ediliyor. Kadınlar bütün yönetsel, yargısal ve idari birimlerde yüzde 40’lık kota ile temsil ediliyor. Bölgenin etnik ve mezhebi kırılganlığına uygun bir yaklaşım bu. Eğer bir halk dışlanır ya da özerklik hareketi toprak bütünlüğünü bozacak bir çizgiye kayarsa bu ittifak kolayca bozulur. Bu ittifak saldırıya açıktır ve kırılgandır. Suriye ordusu ile savaş seçeneği de bu ittifakı dinamitleyebilir. Çünkü bugün kantonlarda Kürtlerle kader birliği edenler, Kürdistan’ı değil Suriye’nin içinde demokratik bir modeli önerdikleri için bunu yapıyor. Yol ayrımı olursa ittifaktakilerden bir kısmı Suriye ordusundan yana tavır alabilir. Son gelişme kanton sistemine ilaveten Rojava-Kuzey Suriye Federasyonu’nun ilan edilmesi oldu. Bunun nedeni IŞİD’den kurtarılan bölgelerde bir model oturtma ihtiyacından kaynaklanıyor. Kurtarılan Arap bölgelerinin hepsini bir kantona bağlamak akıllıca olmadığından her bir birimde bir özerk entitenin kurulması ve bunları bir federasyon çatısı altında toplama hedefi güdülüyor. Tabi bu tartışmalı bir tercih. Kürtler ve ortakları bu kritik adımı anlatmak için bir dizi toplantı düzenledi.

Kadınlar

Kürtlerin geliştirdiği modelin en çarpıcı tarafı şu: kadınları siyasal ve sosyal hayata çekme hedefi güdülüyor. Ortadoğu’da olması güç görülen bir şey. Yüzde 40 cinsiyet kotası çok iddialı bir çıkış. PYD ve YPG’nin Avrupa’da alkışlanmasının nedeni budur. Geçenlerde Brüksel’deydim ve YPJ’nin yani Kadın Koruma Birlikleri’nin komutanı Nesrin Abdullah ile buluştum. Avrupa başkentlerinde bir dizi görüşmeler yaptığını anlattı. Türkiye’nin ‘bunlar terörist’ diye bağırmasına rağmen Avrupa’da kabul görüyorlar. Kürtler başarılarını kadını cepheye ve hayatın içine bu kadar taşımalarına borçlu.

Dehşet dengesi

Bu dehşet dengesi içerisinde Rusya ve Çin de başka bir yerde duruyor
Çin artan oranda Ortadoğu’ya ilgi duyuyor. Enerji kaynaklarına ulaşmaya çalışıyor. Afrika’da Çin’in çok büyük yatırımları var. Bölgede etkinliğini artırmaya çalışırken Suriye’ye bigâne kalamıyor. Rusya ise eskiden beri Ortadoğu’daki en önemli müttefik olarak Suriye’yi gördü ve ilişkiler zaman zaman soğusa da hiçbir zaman sona ermedi. Belli dönemlerde iki ülke birbirini neredeyse unuttu ancak kritik zamanlarda ittifak ilişkisinin gereği yapıldı. Örneğin 2008’de Kafkasya’da Gürcistan, Güney Osetya’ya saldırdığında Suriye hemen Rusya’nın yanında yer aldığını deklare etti. Önemli bir jestti. Dünya ölçeğinde düşünürseniz herkes Rusya’ya cephe almış ve yaptırım peşinde ama Esad yönetimi Moskova’ya arka çıkıyor ve diyor ki; “Rusya’ya askeri katkı vermeye hazırız”. Sovyetler zamanından kalan ortak savunma anlaşması var. Nasıl ki NATO üyeleri birbirini savunmak taahhüdünde bulunuyorlarsa, Suriye ile Rusya da askeri anlaşma çerçevesinde “birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” mottosuyla bir taahhütte bulunuyor. Bu çerçevede Rusya Suriye’ye silah akışını kesmedi. Devletlerarası anlaşma çerçevesinde BM kararlarına aykırı olmayacak şekilde “Ben taahhütlerimi yerine getireceğim” dedi ve getirdi. Suriye’yi tabiri caizse satmadı.
2011-2012’de Dışişleri ile ilişkilerim iyiydi, katıldığım brifinglere yetkililer şunu söylüyorlardı: “Biz Rusya’ya Tartus Deniz Üssü’nün devrimden sonra da kalacağı garantisi vererek Esad yönetimine desteğini kesmesini sağlayabiliriz”. Bu miyopluktur yani Rusya’nın küresel düzendeki müttefiklik ilişkisinin karakterini bilmeyen bir kişi ancak böyle bir öngörüde bulunabilir. Mesela İsrail, Nasır döneminde Mısır’ı çökertmek için harekete geçtiğinde Rusya “Kavkaz Operasyonu” ile Mısır’a kalkan oldu. Hâlbuki İsrail Rusya’nın düşmanı değil. Rusya stratejik üsleri koruma altına alarak İsrail’in Nasır’ı devirmesini engelledi. Şimdi bunu kimse hatırlamaz. Rusya ittifaklar arası ilişkiler açısından Amerika’dan daha dürüsttür. Bizimkiler dün kardeşim dediği Esad’ı nasıl bir anda düşman belledilerse Rusya’nın da çıkarlarının garanti edilmesine karşılık müttefikini satabileceğini sandılar.
Rusya ve İran müttefiklerinden vazgeçmediği gibi Hizbullah da sahaya inerek savaşın seyrini değiştirdi. İran danışmanlarıyla sahada. Rusya 30 Eylül itibariyle doğrudan kendi operasyonel güçleriyle sahada. Rus müdahalesi bütün dengeleri alt üst etti.

Çerkesler

Sizden çok fazla şey bilmiyorum ama “Suriye bağlamında Çerkesler, Çeçenler nereye oturuyor?” sorusuna da yanıt vermeye çalışacağım.
Çok iyi biliyorsunuz 1864’deki büyük sürgün sonrası Osmanlı yurtlarından çıkartılan Kafkas halklarını bu bölgeye tampon vazifesi görsün diye yerleştirildi. Golan’da Osmanlı’nın güvenmediği nüfus unsuru olarak Dürzilerin karşısına tespih taneleri gibi Çerkesleri yerleştirdiler. Rasulayn’da Kürtler, Araplar ve Ermenilere karşı Çeçenleri yerleştirdiler. Suriye’nin başka yerlerinde de Adigeler, Çeçenler ve Dağıstanlılar var. Osmanlı gidince Osmanlı’nın sadık unsurları, yeni milliyetçi Arap yönetimi tarafından dışlandı. İsrail’e karşı savaşta Çerkeslerin kahramanlıkları sayesinde yeniden itibarlı bir konuma geldiler. Zaman içinde etkileri azaldı tabi. 2011’de kriz patlak verince tarih yine tekerrür etti. Muhalifler Çerkesleri kendi saflarında görmek istedi. Yönetim de azınlıklardan sadakat bekledi. “Bu topraklarda dilinizi ve kültürünüzü unutmadan yaşadınız, yönetimde temsil edildiniz, istihbarat ve orduda etkili bir şekilde varlık gösterdiniz şimdi sadakatinizi gösterin” denildi.

Nizip kampı

Çerkesler iki ateş arasında kaldı, tarafsız olmaya çalışsalar da ateş onları da yaktı. Bir Acem gibi köyler boşaltıldı, insanlar yeniden sığınmacı durumuna düştü. Bir kısmı özel operasyonla Türkiye’ye getirildi, bir kampa yerleştirildi. O kampta ilk günü onlarla birlikte geçirdim. Nizip’te kampın girişinde iki kişi tartışıyordu. Güzel giyinmiş bir çift. Sanki mülteci kampına değil Paris’e tatile gider gibi şık. Çantaları rengârenk! Ortadoğu standartlarının üzerinde bir görünüş. Yanlarına gittim, baktım Adigece konuşuyorlar. Adigece bilmiyorum ama seslere aşinalığım var. İkisi de kampa girmekte bocalamış, kendi aralarında tartışıyordu.
Kampa girdim, bir kampta yaşamanın Çerkeslerin ruh dünyasına ne kadar ters olduğunu orada gördüm. Bu duruma düşmeyi hazmedemiyorlardı. Bir tarafta Araplar vardı diğer tarafta Çerkesler. Çerkeslerde harem-selamlık yok, birlikte oturup konuşuyorlar. Muhafazakâr Araplar bu durumu farklı algılıyor. Bu da kampta sonradan bazı sorunlara yol açtı. Beni çok etkileyen şey şuydu: Yemek vakti mültecilere kuyruğa girmesi söylendi ve herkesin elinde birer tencere. Tabi gazetecilik refleksiyle fotoğraf çekmek için makinemi uzaktan doğrulttum, kuyruğu çekmeye başladığımda insanların ellerindeki kapları diğer taraflarına sakladığını gördüm. Bu beni üzdü. Bu insanlar bu hale düşmek zorunda mıydı? Sürgün nesli Çerkesler yeniden savrulmuş oldu. Rusya’nın kota sistemi yüzünden maalesef Kafkasya’ya da az sayıda insan dönebildi. Dönüş öyle kolay değil, yeni bir hayata entegre olmak hiç kolay değil. Sizin vatanınız olsa bile gittiğiniz yerde yine yabancısınız. Sizi bekleyen bir eviniz yok, ekip biçeceğiniz toprağınız yok, işiniz yok, akraba dayanışması da bir yere kadar. Olayın mülteci boyutu bu.

Trajik iki olay

Hama’da Dağıstanlıların yaşadığı bir köy var. Bir sabah baskın yapılıyor, gelenler IŞİD’çi. IŞİD’in kuzey operasyonlar komutanı da Kafkasyalı. Nusra ve IŞİD içinde çok sayıda Kafkasyalı var. Bunlar 2011’den sonra cihat için bu topraklara geldiler. Ve 1864’ten sonra gelen Kafkasyalıların başına bela olanlar da bugünün Kafkasyalıları. İşte trajedi bu. Gelir gelmez bildiri yayımlıyorlar: “Kadınlar yanlarında erkek olmadan dışarıya çıkamaz, kadınlar örtünmek zorunda” vs.
Başka bir hikâye daha var, Resulayn ile ilgili. Kürtlerin öncülüğünde oluşturulan Cezire Kantonu’nun eş başkanlarını Rimelan’daki yönetim binasında ziyaret ettim. Salonda başkaları da var. Biri dikkatimi çekti, ne Kürtlere ne de Araplara benzeyen biri. Merak ettim, Eşbaşkan Şeyh Humeydi’den izin istedim, “Beyefendiyle tanışabilir miyim?“ diye, “Tabi, o Çeçen” dedi. Savunma Bakan Yardımcısı imiş. Resulaynlı Çeçenler Kürtler ve Araplara karşı oraya yerleştirildiler ama şimdi Kürtlerle birlikte IŞİD’e karşı kendi topraklarını savunuyorlar. Türkiye’den de YPG mevzilerini vurmak için oralara uzaktan top atışları oluyor. Vurdukları mevziler bizim kendi insanlarımız, kendi akrabalarımız. Bu da işin başka bir trajik boyutu.

Ses kaydını çözümleyen: Leyla Kar

***

Fehim Taştekin

1972’de Oltu’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü’nde uluslararası ilişkiler dalında mastır programına katıldı ama tamamlayamadı.
Londra’da Evendine College ve Southampton’da Lewis School’da İngilizce eğitimi gördü. Gazeteciliğe 1994’te Yeni Şafak’ta muhabir olarak başladı.
1996-1997’de Hürriyet Grubu’nda Son Çağrı ve Yeni Ufuk gazetelerinde editör olarak çalıştı. 1997-1999 arası Yeni Şafak’ta istihbarat şefi ve haber araştırma müdürü olarak görev aldıktan sonra 2000’de Ajans Kafkas’ı kurup iki farklı dönem halinde toplam 6 yıl editörlüğünü yürüttü. 2003’te bir süre Tercüman gazetesinde çalıştıktan sonra Radikal gazetesine geçti. 2003’te çalışmaya başladığı Radikal Gazetesi Dış Haberler Servisi’nde editör, müdür ve yazar olarak görev yaptı. Radikal gazetesinde yazarlık ve Hürriyet gazetesinde kıdemli muhabirliğin yanı sıra uluslararası analiz sitesi Al Monitor’a haftada bir yazı yazıyor. İMC TV’de haftalık dış politika programı yapıyor. Evli ve iki çocuk babası.
Son çalışması:
Alacakaranlıkta Ortadoğu
SURİYE: Yıkıl Git, Diren Kal!

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz