Bilindiği gibi Yakındoğu’da yaşayan en eski halk şimdi Kafkasya’da yaşayan halklarla ilişkilendirilen Akdeniz halkıdır. Şimdiki Çerkeslerin ataları oldukları kabul edilen Hattiler ve Çeçenlerin ataları olarak görülen Hurrilerin arkaik yurtları da Anadolu’dur. Anadolu’nun en eski tarım kenti olan Çatalhöyük de Hattilerle ilişkilendirilmektedir. Belirttiğimiz ilişkiler çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bu yazıda, Yakındoğu’daki neolitik kültürleri yaratan Akdeniz halklarının tarihteki rolüne göz atacak, savunduğum yayılım teorisi bağlamında mitoloji ile uygarlık arasındaki ilişkiye değinecek, daha sonra da Çatalhöyük’teki dinsel yapı ve Ana Tanrıça inancı üzerinde duracağım.
Yakındoğu’daki Neolitik Kültürler
Bitki yetiştirilmesi ve hayvancılığın ilk kez nerede gerçekleştirildiği tartışma konusu da olsa, Anadolu’yu da içine alan Yakındoğu en büyük adaylardan biridir. Arkeolojik kanıtları değerlendiren pek çok bilim adamı, tarım ve hayvancılığın ilk kez Yakındoğu’da gerçekleştirildiğini savunmaktadır. İlk uygarlığın temellerini kuran halklar konusu ise, bilinmeyen değil, çarpıtılan ya da çokça göz ardı edilen bir konudur. Oysa Paleolitik Dönem’den itibaren Yakındoğu’da -hatta kimi yazarlara göre Atlantik’ten İndus’a kadar uzanan sahada- Sami ya da Hint-Avrupalılar değil, Basko-Kafkas dil grubuna dahil dilleri konuşan, Sümer, Hatti, Hurri, Elam ve Girit halklarının da dahil olduğu Akdeniz ırkından halklar yaşıyordu ve uygarlığımızın temelini oluşturan pek çok eseri bu halklar gerçekleştirmişlerdir.
Bu noktada, Akdeniz halklarının insanlığın antik tarihinde oynadığı büyük rolün bazı yazarlar tarafından siyasal amaçlarla çok istismar edildiğine dikkat çekmek istiyorum. Şüphesiz ki yakın zamana kadar, Gordon Childe’in eserlerinden ya da Çatalhöyük kazılarından önce (ki kazı 1963’te tamamlanmıştır) bu konudaki bilgi eksikliği çok fazlaydı ve bu nedenle o dönemden önce yazılan eserlerde bu konudaki bilgi eksikliklerini doğal saymak gerekse de ( kitabını 1877’de yazan Morgan’ın Aryenler ve Samileri barbarlıktan ilk kurtulan halklar olarak kabul etmesi böyle bir şeydir), daha sonraki eserlerde Akdeniz halkları söz konusu olduğunda “Asyanik halklar” ya da “bilinmeyen bir dil” tabirlerinin kullanılmasını, bu konudaki siyasal amaçlara ve bilinemezcilik değirmenine su taşıyan art niyetli çabalar olarak değerlendirip mahkum etmek gerekmektedir.
Tekrara düşmek pahasına belirtelim ki, Filistin ve Zagros’taki en eski kültürler Akdeniz halkının eseri olduğu gibi Anadolu’da Ergani yakınlarındaki Çayönü, Çumra yakınlarındaki Çatalhöyük, Burdur yakınlarındaki Hacılar ve bu kültürlerle ilişkili olarak daha sonra Kuzey Mezopotamya’da görülen Halaf ve Hassuna kültürlerini de Akdeniz halkları yaratmışlardır. (Melleart, s. 119) Aynı şekilde, Güney Mezopotamya kaynaklı Samarra kültürü ile Sümer öncesi Ubeyd kültürü de Akdeniz halklarının eseridir.
Alet Yapan İnsan ve Mitoloji
Eski insanlar için en önemli iki sorun açılığın üstesinden gelmek ve soyunu devam ettirmekti. Doğadaki diğer canlılardan farklı olarak insanlar, alet yaparak bu sorunların üstesinden gelmeye çalıştılar. Ama Campbell’ın da belirttiği gibi uygarlık tarihini yalnızca alet yapımı olarak değerlendirmemek gerekir. Çünkü insan yaşamak ve soyunu devam ettirmek için alet yaparken düşünür, hayal kurar, bir şeyler umut eder ve umudunu gerçekleştirmek için tasarımlarda bulunur, en önemlisi düşündüklerini dener ve deneyimlerinden sonuçlar çıkararak kendisini geliştirir; başka deyişle bir bilgi biriktirir ve bir kültür yaratır. Bu kültür bağlamında doğum, yaşam, ölüm, diriliş; kozmosun, insanın ve canlıların yaradılışı; tufan, hastalık ve ölümden sonraki yaşam gibi konuları mitolojide ele alıp açıklamaya çalışır. Bu tür konuları mitolojilerinde ele almayan, sanatında yansıtmayan, din adamları, kâhinleri, ozanları, sanatçıları ya da filozoflarıyla yorumlamayan, ayinlerinde coşkuyla yaşamayan hiçbir insan topluluğu yoktur. Mitologlara göre, “Her toplum doğaüstü tasarımın kendine düşen mühür ve damgasını almış, onun kahramanlarıyla iletişim kurmuş ve halkının günlük yaşamında ve deneyimlerinde bunu kanıtlamıştır.” (Campbell, s.16)
İlginç olan şudur ki, dünya mitolojilerini karşılaştırmalı olarak inceleyen mitologlar, dünya genelinde hep aynı ortak temaların, yerelde farklı bileşimlerle işlendiğini saptadılar. Üstelik kullanılan mitolojik semboller de farklı değildi. Bu durum yayılma teorisiyle açıklanmaktadır. Bu teoriye göre avcıların, toplayıcıların, tarımcıların ve hayvancıların mitolojileri farklı olmakla birlikte, antik çağlarda dünyanın farklı bölgelerinde mitoloji yaratan az sayıda mitolojik merkez olmuş ve mitolojiler bu bölgelerde oluşarak dünyanın çeşitli bölgelerine yayılıp yerel motiflerle bütünleşerek çeşitlilik kazanmışlardır. Avusturyalı profesör Robert Heine-Geldern’e göre yalnızca uygarlıkların temel sanatları değil, tarım ve hayvancılığa dayalı köyler de Yakındoğu’dan tüm dünyaya yayılmıştır. (Campbell, s.222) Çatalhöyük ve Hacılar’ı kazan İngiliz arkeolog James Mellaart’a göre de Avrupa uygarlığının temelinde Çatalhöyük vardır. (Mellaart, s. 71)
Bu görüşlerden hareket eden bilim adamları, insanlığın kültürel tarihini bir bütün olarak ele alıp incelemeye başladılar. Artık yalnızca maddi kalıntılar değil, diller, dinler, mitolojiler, sanatsal ürünler, sosyal ve siyasal örgütlenmeler, yaşam ve düşünce biçimleri de bilimsel yöntemlerle karşılaştırılmaya başlandı. Yukarıdaki görüşler doğrultusunda Çatalhöyük’ü inceleyen bilim adamlarının bulguları aşağıda anlatılacaktır.
Çatalhöyük’te Dinsel İnanç ve Ana Tanrıça
Çatalhöyük M.Ö. 6500-5500 yıllarında iskan edilmiştir. Mellaart’ın yaptığı kazıyla dünyadaki en eski ve en büyük neolitik uygarlık merkezinin Çatalhöyük’te bulunduğu kanıtlanmıştır.
O dönemde yazı bilinmediğinden doğrudan ulaşılan mitos ve rit bulunamadıysa da taş ya da pişmiş topraktan yapılmış olarak ele geçirilen çok sayıda tanrıça heykelcikleri, Ana Tanrıça’nın Çatalhöyük tapımın merkezinde bulunduğunu kuşkuya yer bırakmayacak şekilde kanıtlamaktadır. Ana Tanrıça bu heykellerde genç bir kız, doğum yapan bir anne ve yaşlı bir kadın olarak üçlü bir şekilde betimlenmiştir. İlginç bir şekilde Ana Tanrıça her zaman çıplak ve koca karınlıdır. Bu durum sürekli gebeliğinin, başka deyişle doğurganlığının simgesidir. Kimi zaman doğum yaparken gösterilen koca karınlı Ana Tanrıça figürü, onun bütün canlıların ve insanların anası olduğu biçiminde yorumlanmakta, başka deyişle Toprakla özdeşleştirilmektedir. Tahtında otururken gösterilen Ana Tanrıça’nın tahtın iki yanındaki aslan ya da leoparlara yaslanması, onun bütün canlıların ve insanların ulu anası olarak düşünülmeye başlanıldığını gösteren başka bir kanıttır. Bu türden kanıtlar nedeniyle Desti, Çatalhöyük Ana Tanrıça’sını, “doğadaki her şeyin bağlı olduğu dişil tektanrı” olarak yorumlar. (Desti, s.29)
“Tanrıçanın oğlunu veya sevgilisini simgeleyen bir erkek çocuk ya da delikanlı ya da sık sık tanrının kutsal hayvanı leopara binmiş sakallı olgun bir erkek olarak yaşamının iki aşamasında bir tanrı” (Mellaart, s.86) bulunduğu halde Desti’nin yukarıdaki yorumu yapabilmesi, tanrıçanın tanrı üzerinde tam egemen olduğunu, “sevgili” rolündeki tanrının yalnızca Ana Tanrıça’yı dölleyen ikincil bir figür olarak değerlendirildiğini gösterir.
İkiz tanrıçaları gösteren bir heykel bulunmaktadır. Bir heykelde de bir genç kız, bir kadın ve bir erkek üçlü bir şekilde betimlenmiştir.
Mellaart’a göre, Tanrıça’nın mağara ya da yeraltına ilişkin güçleri basit bir sarkıt ya da insan başlı bir taşla simgeleştirilmektedir.
Çatalhöyük’te ortaya çıkarılan tapınak ya da evlerin duvarlarında, duvar beyaz badanayla boyanıp perdahlandıktan sonra çizilen av, dans, çeşitli hayvanlar, insanların resimleri bulunmaktadır. Çamur, kil ve samandan oluşan bir karışımla yapılan kabartmalar yine tapınak duvarlarında ele geçirilmiştir. Çoğunluğunu boğa başlarının oluşturduğu hayvan kabartmalarında ise gerçek boynuzlar kullanılmıştır. Tapınak duvarlarında ve sedirlerin altlarında ele geçirilen gerçek boğa başları ve kutsal boynuzların işlevini Mellaart, “halkı kötülüklerden korumak” olarak açıklamaktadır.
Mellaart, şu saptamaları da yapar:
“Alçı kabartmalarda yalnızca ana tanrıça insan biçiminde betimlenmiştir. Tanrıysa yalnızca boğa veya koç başı biçiminde görülür. Açıkça görüleceği gibi tapınaklar bir bereket kültürünün sergilenmesine ilişkindir. Dinin başlıca amacı yaşamı oluşturmak, sürekliliğini sağlamak ve hem şimdiki hem de, sonraki yaşamda bolluğu sağlamaktı. Cinsel simgesellik yoktur. Buna karşın göbeğe, gebeliğe ve tanrıçanın bir boğa veya koç başı doğurduğu görünümlere dikkat çekilmiştir. Çoğunlukla tanrıçanın iki niteliği, birinde doğum yaptığı, yan yana iki figürle betimlenmiş veya ikiz bir figürde birleştirilmiştir. Duvarlardan birinde yaşam betimlenirken, diğer bir duvarda da onun karşıtı ölüm betimleniyordu. Belki, diğer dünyayı simgeleyen büyük bir boğa başı, çoğunlukla kırmızıya boyanmış bir nişin üzerindeki duvardan uzanıyordu. Boğa başının yanı sıra başka başlar da bulunuyordu ve kadın göğüsleri çoğunlukla sıralanıyordu. Kadın göğüsleri dikkatle işlenirken, kuşkusuz ölümün bir simgesi olan yaban domuzunun çene kemiği, tilki, sansar veya akbaba kafası da biçimlendiriliyordu. Her ikisi de yaşamın simgesi olan boğa boynuzu ve kadın göğsü bileşimi de yine simgeseldir. Her tapınak birbirinden değişiktir ve çeşitlemeler şaşırtıcıdır.” (Mellaart, s.88)
Klan Tapınakları
Mellaart’ın saptamasına göre Çatalhöyük’te bütün halkın gittiği bir genel tapınak yoktu. Dörderli veya beşerli kümelenen evler bir avluya açılıyor ve avlunun ortasında duvarları resimli ya da rölyef bezemeli bir yapı olan tapınak yer alıyordu. Bu şekildeki kırk kadar tapınak Mellaart tarafından kazılmıştır. Bu tapınaklar kimi yazarlar tarafından “özel kişiler” ya da aile tapınakları olarak yorumlanmaktadır. (Desti, s.26) Bu yoruma katılamıyorum, çünkü toplumsal gelişme tarihsel olarak soy bağından, yer bağına doğrudur. (Maisels, s.372) Esasen antik dönem ilkel köy ve kentlerinde görülen “uzun evler” klan (soy) yerleşimi olarak değerlendirilmektedir. (Thomson, s.110) Klan ise kabilenin bir alt birimidir ve “Çatalhöyük halkının soy temelli örgütlendiği, boy ya da kabileye tekabül ettiği çok açıktır. (Şenel, s.149-153) Kabile, George Thomson tarafından, “düşük üretim düzeyince belirlenen, dıştan evlenmeyle gerçekleştirilen, yansılama büyüsüyle bütünleştirilen ve ideolojik izdüşümünü hayvansı atalara tapınma biçiminde bulan bir işbölümü temelinde ilkel sürüden evrilip ortaya çıkan çok-gözeli bir organizmadır” (Thomson, s.52) biçiminde tanımlanmaktadır. Bu tanımın içerdiği her şey Çatalhöyük’te de tespit edilmektedir. Bu nedenlerle Çatalhöyük tapınaklarını klan tapınakları olarak değerlendiriyor, Çatalhöyük’te ve diğer Yakındoğu yerleşimlerinde ele geçirilen kafataslarını, klan inancının izdüşümü olan totem inancı ve atalar kültüyle ilişkili şekilde açıklamanın doğru olacağını düşünüyorum. (Desti, s.19; Maisels, s.128-368)
Çatalhöyük’te Ölüm ve Mezar Kültürü
Çatalhöyük’teki dinsel yapı ve inançları daha iyi anlayabilmek için ölüm ve mezar kültürüyle ilgili bulguları da değerlendirmemiz gerekmektedir. Kazılardan anlaşıldığına göre, Çatalhöyük’te ölüler, önce etlerini akbabaların yemesi için çardaklara konuluyor, akbabalar tarafından etlerinden arındırılan cesetler (ya da iskeletler) hocker durumunda hasır ve derilere yerleştiriliyor, kırmızı aşı boyası dökülüyor, kişisel eşyalarıyla birlikte evlerdeki sedirlerin altına gömülüyordu. Dünyanın pek çok yerinde görülen Hocker (fetüs) gömülüş geleneğini, uzmanlar, ölümden sonra yeniden doğuş inancının olduğu biçiminde yorumlamaktadırlar.
Hatti kenti Çatalhöyük’te ele geçirilen arkeolojik bulgular daha sonra yorumlanacaktır. Bu ayki yazımı bitirirken, Campbell’in Çatalhöyük bulgularını değerlendirip ilgili durumu özetleyen bir cümlesini aktarmak istiyorum; “Sonraki çağların büyük ana tanrıça mitolojilerinin nerdeyse bütün motifleri olağanüstü görkemiyle gözler önüne serilmiştir.” (Campbell-1, s.11)
Kaynakça
1. Ahmet Ünal, Hititler Devrinde Anadolu 1, Arkeoloji ve Sanat Yay., İst., 2002
2. Alâattin Şenel, İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Birey Toplum Yay., Ank., 1985
3. Charles Keith Maisels, Uygarlığın Doğuşu, İmge Yayınları, Ank., 1999
4. Derman Bayladı, Uygarlıklar Kavşağı Anadolu, Say Yay., İst., 1996
5. Erhan Akyıldız, Taş Çağı’ndan Osmanlı’ya Anadolu, Milliyet Yay., İst., 1987
6. George Thomson, Tarihöncesi Ege, cilt 1, Payel Yayınları, İstanbul
7. Gordon Childe, Tarihte Neler oldu, Alan Yayıncılık, İst., 1985
8. Henri Frankfurt, Uygarlığın Doğuşu, V Yayınları, Ank., 1989
9. James Mellaart, Yakındoğu’nun En Eski Uygarlıkları, Arkeoloji ve Sanat Yay., İstanbul,1988
10. Joseph Campbell, İlkel Mitoloji, Tanrının Maskeleri, İmge Kitabevi, Ankara, 1992
11. Marc Desti, Anadolu Uygarlıkları, Dost Yayınları, Ankara, 2005
12. Pavel Dolukhanov, Eski Ortadoğu’da Çevre ve Etnik Yapı, İmge Kit., Ank.
13. Veli Sevin, Anadolu Arkeolojisi, Der Yayınları, İstanbul, 2003
14. V.Diakov, S.Kovalev, İlkçağ Tarihi 1, V yayınları, Ankara, 1987