Su hiç sakin akar mı?

0
451

Canik dağları Karadeniz’e paralel boylu boyunca uzanır da uzanır. Tam orta yeri, kadın savaşçılar olan Amazonların ülkesidir. Bir başında, Yeşilırmak kısa bir yay çizip Anadolu’dan gelip Çarşamba’da deltalaşır, yavaşlar, sakince Karadeniz’e kavuşur. Diğer başında, Kızılırmak Anadolu’nun ta yüreğinden kopar, dolanır dolanır, uzunca bir kavis çizip Bafra ovasında durgunlaşır, deltalaşır, komşusu gibi o da Karadeniz ile binlerce yılın hasretlisiymişcesine kucaklaşır. Güneş, deniz, su orada halleşirler; kızılında, lacivertinde, grisinde, açık, kapalı, yağmurlu, sisli, fırtınalı, sakin, binlerce yılın alışkınlığında öpüşüp dururlar, doyumsuz sevdalılar gibi.
Bakmayın siz, o acımasız deltaların bugünlerdeki kudurgan yeşilliklerine.Üstünde binlerce sivrisineğin, deltanın durgun su yollarında ve bataklıklarında uğuldayıp çevrede kaç bin cana kıydıklarının hesabını kimseler tutmamıştır. Çerkesler geldiğinde de o bataklıklar hala can almaya devam ediyordu, kırıla kırıla köyleri, mahalleleri kurudu. O yüzden ad koydular kimi yerlere “Kırıklar Çeşmesi”, “Kırıklar Mezarlığı”, “Kıran Ormanı”, ”Garipler Düzü”. Hüzünleri, ağıtları hep beraberlerinde yuttular, geriye belleklerde tek bir izleri bile kalmadı. Bir aşk türküsünde hüzünle “Çarşambayı sel aldı, bir yar sevdim el aldı” dediği gibi, Kızılırmak ve Yeşilırmak taşkınlarıyla, bataklıklarıyla, sivrisinekten kaynaklanan sıtmalarıyla sel olup akıp gittiler.
İlkbaharın serin bir gününe uyanıyordu Bafra. Güneş, sabah kızıllığını, deltaya ve denize sarkıtmıştı. Hafif bir kuzey rüzgârı, efil efil sokakları, evleri, ağaçları yalıyor, boydan boya şehre dolarken, iyot ve yosun kokularını uyanın dercesine Bafralılara sunuyordu.
Deniz her zamanki vaktinde kalktı. Ellerini, yüzünü her zamanki gibi itinayla birkaç kez üst üste yıkadı.Üşenmeden her gün yinelediği tıraşını oldu, üstünü o kendine has titizliği ile giyerek, çantasına gerekli kitap ve evraklarını koydu ve okula doğru yola koyuldu.
Diğer mahallede, Güneş, ışıl ışıl mavi gözlerini açıp sevinçle dünyaya kendi penceresinden bakmaya çoktan başlamıştı. Telaşsız, kendinden emin, mükemmelliği kendisine şıp diye kondurmuş, kendi elleriyle diktiği, o zamanların göz bebeği elbisesini giyinip, kahvaltısını yaptı. Evi şöyle bir kontrol ettikten sonra dışarı çıktı, yavaşça kapıyı kapatıp, iki sokak ötedeki okuluna doğru yola koyuldu.
Çokça vakit geçmemişti ki, Deniz ile Güneş’in yolları kesişti. Deniz uzunboylu yakışıklı, buğday tenli; Güneş sarışın, güzel, alımlı, bakımlı… Deniz Çarşamba’dan, Şapsığların çocuğu. Güneş Uzunyayla’dan, Abazaların kızı. Sözü uzatmadılar, sözsüz de kalmadılar, birbirlerinden hoşlandıklarını üslubunca fısıldaştılar.
Eski Çerkesler gibi, onlar da “yaş otuzbeş yolun yarısı”na bir adım kala, ömür sürdükçe sürecek evliliğe merhaba dediler.
Yeni bir ev tuttular, hemen okulun karşısında, arada yalnızca bir sokak var. Günler eskisinden hızlı akmaya başlamıştı. İşler kendi ahenginde, sevimlice, huzurlu, karmaşıklaşmıştı.
Deniz ile Güneş mutluydular. Gözleri buluştukça umut alıp umut veriyorlardı, huzurları tüm evi, mahalleyi, okullarını, Bafra’yı bir şefkat bulutu gibi sarmalıyor, çevrelerindekilere buket buket sunuyorlardı.
Evliliklerinin üçüncü ayında, Güneş Sivas’tan, baba tarafından akrabası bayandan bir mektup aldı. Mutluluğu, sevinci, o mavi gözlerinde gri küle dönüştü, feri söndü.Deniz’e belli etmek istemiyor, Deniz ise ne olduğunu anlamıyor, sormaya da cesaret edemiyordu.
Güneş nihayet bir gün söylemeye karar verdi. İçi birden rahatlamıştı. Sonuç ne olursa olsun sineye çekecekti. “Deniz, akrabam Setenay bir mektup gönderdi. Benden bir şey istiyor. Oğlu lise sonda sorunlar yaşamış, bitiremiyormuş. Bunu halletse halletse ben halledermişim. Benden oğlunu buraya alıp liseyi bitirtmemi istiyor. Ne yapacağımı bilemiyorum? Ne dersin?”
Deniz, hayat boyu devam eden sakinliğini hiç bozmadan, “Ne olacak Güneş, söyle gelsin, halledelim” dedi.
Güneş’in o mavi gözlerine ışık, bir karanlığa dolan aydınlık gibi doldu, kendinden taşan mutluluk, sevinç, Deniz’i de içine alıp Deniz, Güneş ve suyun buluşması gibi harelendi, gönüllere ferahlık verdi.
Çok geçmedi, Berkok elinde bavulu, Uzunyayla bozkırından Amazonlar ülkesinin denizine, suyuna, güneşine, sıcaklığına binlerce yıldır hasretmişçesine birden damlayıverdi, eridi, onla hemhal oldu.
Günler geçiyor, öğretmenler okullarına gidiyor, Berkok okuluna uğruyor, derslerine giriyor, çalışıyor, gayretli görünüyordu. Güneş zaman içinde yeğeni Berkok’un bakışlarında bir hüzün, dalgınlık, bu dünyada değil de göklerde yüzüyormuşçasına bir hafiflik, sadelik sezinledi, bir şeylere yoramadı.
Evin caddeye bakan odalarından biri hep düzenli durur, kimse o odaya girip çıkmazdı. Güneş zaman zaman kontrol ettiği odanın son günlerde, dağınık, camının, perdesinin açık, havasının azıcık sindirilmiş sigara koktuğunu farketti. ”Genç adam ne olacak, zaman zaman yola bakıp, sigara içip hayaller kuruyordur” diye geçirdi içinden…
Güneş bir gün evlerinin karşısındaki okuldan Leyla hoca ile karşılaştı. Hal hatırdan sonra Leyla öğretmen, misafir gencin kim olduğunu sordu. Yeğeni olduğunu, liseyi bitirmek için burada bulunduğunu söyledi.Leyla öğretmen tatlı bir tebessümle, “Benden duymuş olma ama yeğeninle bizim yeni öğretmen Sevda galiba birbirlerine abayı yaktılar”.
Güneş içinden kızardı, morardı, bozuldu, dışına sır yansıtmadı, “Gençlikte olur böyle şeyler” deyip geçiştirmeye çalıştı. Kaynar bir kazanın üzerine boca edildiği hissi ile yol boyunca ne yapacağını, nasıl davranacağını düşünüp durdu.
Berkok ile mi konuşsa, yoksa Sevda ile mi konuşsa bir türlü karar veremiyor, “Deniz’e de şimdilik söylemesem mi” diye düşünüyordu. Günler böylece akıyordu.
Çok zaman geçmemişti ki, mektubu aldığında kendisinin yaşadıklarını, hissettiklerini, tavırlarını, Deniz’de hissetmeye başlamıştı. Ne oluyordu?
Güneş, ancak bir kaç gün sabredebildi: “Ne oluyor Deniz, bu halin nedir?” dedi.
Deniz’in bakışları Karadeniz’in ufku gibi grileşti, ağlayabilmeyi başarabilse, bir Karadeniz daha dolacaktı sanki. Yutkundu “Kardeşim Derya, Almanya’da trafik kazası geçirmiş, kurtulamamış, hanımı Türkiye’ye dönüyormuş, bir kızları var, okul çağına gelmiş. Bizim onu alıp okutmamızı istiyorlar. Ne yapacağımı bilemiyorum, karar veremiyorum, düşünemiyorum…”
Güneş, “böyle bir günde düşünülecek şey mi bu? Tabi ki bakıp, okutacağız, kardeş olmak bugünler için” dedi.
Su geldiğinde hüzünlü günler geride kalmıştı. Tam bir cimcime. Güneş ne derse asla surat asmıyor, hayır demiyor, mızıkçılık yapmıyordu. Her şeye “peki yengeciğim”, “olur amcacığım” diyor, hanım hanımcık ortalıkta dolaşıyordu.
Berkok bu arada okulu bitirmiş, diplomayı almıştı. Evine dönmesi gerekiyordu, ama bir türlü dönemiyordu. Sonunda Güneş gitti Sevda öğretmen ile konuştu, bu işin olamayacağını, kendisinin bir meslek sahibi olduğunu, Berkok’un ise daha hayatın başında olduğunu ve daha bir sürü uygun sözler söyledi. Sevda öğretmen “Biliyorum, haklısın, ben de öyle düşünüyorum ama elimde değil, ne yapacağımı bilemiyorum” diyordu.
Güneş, Berkok ile de konuştu, bu ilişkiyi bırakması için gerekli her şeyi söyledi. Ailesinden de dönmesi için baskılar artınca Berkok geldiği gibi, Amazonlar diyarından Uzunyayla bozkırına doğru yola koyuldu. Gittikten sonra da bir hayli mektuplar gidip geldi, sonunda her iki taraf da bu işin olmayacağı konusunda hemfikir oldular. Berkok’un hem verdiği sıkıntılar için Güneş’e ayrıca Sevda’ya da veda ettiği son mektupları çok çok uzundu.
Su’yu evin karşısındaki ilkokula kayıt ettirdiler. Güneş ve Deniz, mesai saatine uygun olarak evden çıkmak zorunda kaldıklarından Su tek başına kalıyor, onlardan sonra çıkıp yolu geçiyor ve okula gidiyordu. Konu komşuya göz-kulak olmaları tembih edilmiş, Su’ya da dikkatli olması için gerekli uyarılar yapılmıştı. Yine de Güneş ve Deniz’in akılları hep Su ve evde kalıyordu.
Güneş, Deniz ve Su…
Bir bütünün üç ayrı parçası…
Her gün Güneş ayrı okula, Deniz ayrı okula, Su ayrı okula gidip, akşam okul tatil olunca gelip birleşiyorlardı, aynı bir pazıl gibi…
Güneş evde devamlı bolca kuruyemiş bulundururdu. Bir gariplik vardı, bu kadar kuru yemişi Su nasıl yiyebiliyordu?
Sonra misafirler için bulundurduğu, salonda duran sigaralar hızla tükenmeye başlamıştı. Nereye gidiyorlardı?
Bir gün, Güneş eve döndüğünde Su’nun evde olmadığını gördü. Komşu kadın Su’nun öğretmeninin görüşmek için haber yolladığını söyledi.
Güneş bir telaş içinde hemen okula koştu. Öğretmen gülümseyerek “Hocam biraz konuşalım” dedi. Bir köşesinde boydan boya yırtık önlüğü ile Su süt dökmüş bir kedi gibi sessizce, mahcup mahcup duruyordu. Gözleri “Ben bir şey yapmadım ki!” diyordu. Öğretmeni Su’ya dışarıda beklemesini söyledi. Su usul usul, gözleri yerde, aklı orada dışarı çıktı.
Öğretmen, “Hocam, sizden şikâyet çok. Su sizden çok korktuğunu, onu sürekli azarladığınızı, cezalandırdığınızı söylüyor” dedi.
Güneş tebessümle, ”Ben mi? Ne olmuş Su’ya? Önlüğü boydan boya yırtılıp, üstü başı bu hale gelmiş, bir kaza mı oldu?”
Öğretmen gülerek ”Hayır bir kaza olduğu yok. Aksine, erkek arkadaşı ile kavga etmiş, onu iyice hırpalamış, o sırada da önlüğü yırtılmış. Sanırım önlüğün yırtılması ona suçluluk duygusu verdi ki eve gitmek istememiş. Sınıfta bekleyip duruyordu. Ben de niye bekliyorsun dediğimde, sizden çok korktuğunu söyledi. Ben de sizi çağırdım.”
Su ve olay hakkında biraz daha konuştular.
Güneş sınıftan çıkıp orda, kapı önünde, yırtık önlüğü ve çantası ile bekleyen Su’ya yöneldi, elinden çantasını aldı, eve doğru yürüdüler.
Güneş müsait bir gününde, komşu kadını çaya davet etti. Biraz sohbet etmek, Su’ya göz-kulak olduğu için teşekkür etmek, hem de okul sonrası Su’nun neler yaptığı hakkında bilgi almak istedi.
Komşu kadın okul sonrası Su’nun arkadaşlarına balkondan sigaraları attığını, bazen arkadaşlarını eve alıp, yiyip içtiklerini, oyunlar oynadıklarını anlattı. Hatta “Teyzeciğim, ben çok korkuyorum, annem beni cezalandırır, ev çok pislendi, lütfen bana yardım eder misin, evi temizleyelim“ dediğini. Bunun üzerine evi birkaç defa arkadaşları gittikten sonra temizlediğini anlattı.
Su, Güneş ve Deniz’e masum çocuk rolünü oynuyor, yalnız kaldığında istediği gibi at koşturuyor, komşu kadınları, masumluğuna inandırarak onları da kullanıyordu.
Su’nun akıllı yaramazlıkları hiç bitmedi. Güneş ve Deniz’in karşısına geçip “Peki teyzeciğim, olur amcacığım” diyerek öylesine masum bakıyordu ki yüzlerine, kızmak, ceza verebilmek, azarlayabilmek mümkün değildi.
Bir gün büyük babası çıkageldi. “Ben götüreceğim Su’yu, bizde kalsın okusun” dedi, götürdü.
Oradan annesinin köyüne götürüldü…
Su, bu arada bir su gibi damla damla büyüdü…
Annesi tekrar Almanya’ya çalışmaya gitti, Su’yu da yanına almak istedi. Su, on dördünde bir ay parçası gibi serpilip büyüdüğünde artık Almanya’da, annesinin yanındaydı. On beşinde isteyenleri, talipleri olmaya başladı.
On yedisinde evlendi…
İki çocuğu oldu…
Ayrıldı…
Almanya’da emekçiler kervanının bir kıyısından da o tutundu, gurbetçi oldu.
Su hayatın tüm dayatmalarına, her şeye rağmen akıp durdu yaşama.
Yaşam oldu aktı…
Tıpkı bir su gibi durgun, sakin, hızlı, coşkun, berrak, bulanık, duru…
Hayat yazılmış bir kere Su’ya…
Su, hiç sakin akar mı?

Önceki İçerikÇerkes Teavün Mektebi (1910-1914)
Sonraki İçerikKain ya da Kabil Hilal damgalı mı?
Jiy Zafer Süren
1951’de Samsun’da doğdu. Üniversite’yi terk etmiş ve muhasebeci olarak çalışarak emekli olmuştur. Çeşitli dergilerde şiir ve araştırma yazıları yayınlandı. Kafkasya üzerine yayın yapan, As Yayın’ın kurucuları arasında yer aldı. “Çipxe, Kafkas Aile Armaları” (derleme) ve “Tama Bahar Gelmeyecek” (şiir) isimli iki kitabı vardır. Nisan 2008 itibariyle Jıneps gazetesi yazarları arasında yer aldı, Ocak 2011 tarihinden bu yana yayın kurulu üyesidir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz