Bileti alıp trene bindiğinde çoktan gece yarısını geçmişti. Dört kişilik yataklı kompartımanda onunla yolculuk edenleri göremiyordu, alt yataklarda yatanlar battaniye ile başlarını örtmüşlerdi bile.
Ranzanın üstünde sadece bir yatak boştu, yatağına, ses çıkarmamaya dikkat ederek, merdivenle tırmandı. Kapının üstünde kalan küçük bir boşlukta sırt çantasına yer buldu.
İçerisi çok sıcaktı, çok az alkol kokusu geliyordu burnuna ama alkolden daha çok ekşi ekmek ve peynir kokusuydu onu rahatsız eden. Yapabileceği bir şey yoktu, yatağına uzanmadan üstünü çıkardı, tam o sırada beyaz dantelli bir önlük giymiş, siyah terlikle dolaşan kadın kondüktör içeri girdi, bir şey isteyip istemediğini sordu, çay var dedi peşinden…
Bir şey istemediğini söyledi, hemen uyuyacağını düşünerek uzandı yatağa. Perde kapalı olduğu için camdan dışarı bakamıyordu.
Viyolonsel sesi geliyordu kulağına, sonra keman, bir miktar flüt…
Trenin sesi gelmiyordu, tek duyduğu notalardı, bir orkestra dinliyordu…
Yatağın üstünde uyuya kalmış, üşüyerek uyandı, hemen giyindi. Üstünü yatağın ucundaki battaniye ile örttü.
Battaniyeden çıkan toz bir iki öksürttü…
Kimse uyanmamıştı ne kompartımana girdiğinde, ne yerleşirken, şimdi öksürürken bile uyanan olmamıştı…
Cam bardak, üstünde gümüş tutacağı olan çay ile kadın kondüktör kapıdaydı, öksürmeme gelmiş olamaz diye düşünürken, ısrar ettiği çayı elinden aldı…
Sonra uyudu…
Neredeyse ortalık aydınlanmaya başlamıştı. Alt yatakların birinden, üstünü örttüğü battaniyeden şişman birinin yattığı belli olan yataktan, telefon sesi gelmeye başladı.
Şişman olduğu belli olan, kadın ve yaşlı olduğu ancak battaniyeyi üstünden atmasıyla anlaşılan şişman yaşlı kadının, dişlerinin altın olduğu ise, telefonla konuşmasıyla anlaşıldı.
Söylene söylene açtı telefonu, onun gibi şişman yaşlı ve hatta sigara ve alkol kullandığı belli olan kocası, kadın telefonu açar açmaz, neredesin, diye sordu. Kadın, nereden bilsin, yoldayım, dedi…
Kadınla göz göze geldi, sonra yattı, kadın ise telefonu kapattı…
Belki bir on dakika sonra, aynı sahne tekrarlandı, kadın telefonu kapatmasıyla ikinci sahne bitti…
Bir üçüncü sahne olacak mı derken, kadın telefonu açtı, kocasının neredesin demesine fırsat vermeden, cevap bile vermeden, kocasının yüzüne kapattı telefonu…
Altın dişleri yanında, yanağında kocaman bir beni olduğunu görebildi nihayetinde…
…
Bir süre sonra, üstü çıplak yatan genç uyandı, ranzanın altında yatan battaniye ile kafasını kapatan diğer yolcu ondan sonra uyandı. Battaniyenin altında kalem ve bulmacalar çıktı, kel olmasına rağmen yatakta yeşil plastik bir erkek tarağı vardı.
Yaşlı, şişman, altın dişli kadın üstünü başını düzeltti, sonra uzun siyah saçlarını taradı, koyu pembe ruj ile dudaklarını, sonra yanaklarını boyadı. Yanaklarına sürdüğü ruju yüzüne yedirdi.
Sonra, renkli taşlı kolyesini siyah çantasından çıkarıp boynuna taktı. Deri ceketini üstüne giyip, çantasını alıp kompartımandan çıktı, işveli bir ‘Dasvidanyaaa!’ dedi hepimize…
Peşinden, büyük olasılıkla askerden kalan mavi çizgili atletini giymiş halde, bir şey demeden, genç çıktı kompartımandan…
İneceği istasyona yarım saatten fazla bir vakti vardı, herhalde son durak öncesinde bir istasyon daha var, orada inecek her ikisi diye düşündü…
Kadın kondüktör, elinde çay ile yine kapıda gözüktü, yanında bir dilim ekmek ve peynir vardı, ona uzattı…
Çay içini ısıttı, ekmek ve peyniri yiyemedi…
Yarım saat çabuk geçti, trenden inerken altın dişli kadın ve mavi çizgili atlet giyen genci gördü, erkenden kompartımandan çıkmış olmalarına rağmen daha önce trenden inmemişlerdi demek…
…
İstasyonda anonslar anlaşılmıyordu, ama güzel bir müzik geliyordu kulağına…
Senfoni müziği geliyordu kulağına…
Bütün bir gece dinlediği enstrümanların sesleriydi duydukları.
…
Yeşil mandalina satan kadınlar, yeşil yapraklarıyla tartıyorlardı sattıklarını…
Epey satın alan vardı…
Nar ve hurma satılan diğer meyvelerdi…
…
Saat daha sekiz olmamıştı, günün bu saatinde bira içenler vardı…
Bira şişeleri neredeyse şarap şişelerinin boyutundaydı…
Şişenin bitmesini bekleyen yaşlı kadınlar vardı, topladıkları bira şişelerini satarak geçinen yaşlı kadınlar, içenlerin başında bekliyordu…
…
Sınıra gideceğim dedi. İlk sorduğu taksi şoförünün istediği ücretin yarısını vereceğim demesine karşın, şoför olur, dedi…
…
Sınırı geçerken bir taş aldı eline…
Taş pürüzsüzdü…
Nehrin üstünden baktı köprüden geçerken, çok cılız akıyordu nehrin suyu…
…
Nehir yatağında yatan binlerce taş pürüzsüzdü, çok sular akmıştı üstlerinden…
Neredeyse hepsi aynı büyüklükteydi. Gündüz olmasına rağmen yıldız gibi parlıyordu çoğu…
Eline aldığı taş, dile geldi…
Suyun geçmesine hayır diyemem ama, su beni yontmadan geçemez, diyordu…