Sevgisiz Menülerdeki “Mahzun Hampal“

0
546

Dağların insanlarında dağların şiddeti kadar, temizliği de vardı.

Düşmanının suyu ve erzakı bittiğinde su ve erzak gönderip, kendilerini toparladıktan sonra savaşa devam edecek kadar anlaşılması güç bir temizlik hali. “Öleceğini bilsen bile davet edildiğin yere git“ atasözünde veya “sığınan düşmanın olsa bile canın pahasına koru” prensibinde belirginleşen, zamanımızın bakışıyla “ahmaklık” olarak nitelendirilebilecek davranış biçimleri. Kendi çok kıymetli kalpağını çıkarıp bir çobanın başına geçirecek cömertlik. Dilde kalmayıp eyleme dönüşen “candan önce onur gelir “ yaşam felsefesi. Dağların duruluğu.

Köylerin insanları da daha masumdu. Kötü şeyler olmaz mıydı? İnsan varsa kötülük de vardır kendiliğinden. Müstesna durumlar dışında, kötülükleri köyde olabilecek kadardı en fazla. Bir de küçük topluluklar halinde yaşamaları ve asla taviz vermedikleri toplumsal kuralları dizginlemekteydi belki de başıboş bırakılsa çığırından çıkabilecek insani zaafları.
Ne zaman ki köyden kente göç başladı, farklı kültürlerle haşır neşir olarak “zenginleşmiş” değil “ucube” bir kültür doğdu, ne ondan ne bundan, orada kendin başka yerde başka biri çelişkileri başladı.

Ne zaman insanların birbirlerini tanıdığı, sürekli gözetim altında tuttuğu, birbirlerinden çekindiği, utandığı küçük samimi köyler yerine kentlerde darmadağın yerleşim zorunluluğu ya da tercihi çıktı karşımıza, o zaman işler değişti.

Artık tanıyan azdı, cezalandıran yoktu, ayıplayan da…

Derneklere düşerse yolumuz Çerkes olmaya, dernekten çıkınca başkalaşmaya adeta muhabbetle kucak açtık. Zaten derneklerin mucizevi bir gücü de yoktu sahip olduklarımızı korumamızda. Vaziyeti kurtarmaktı tüm yapabildikleri.

Akrabalarımızın yanında pür dikkat kesilirken, “Kendime arkadaşlarımın arasında yer açabilmek için onlar gibi davranmalıyım” zorlamasıyla başbaşa kaldık. Baktık ki zaman geçmiş onlar gibi davranmak geride kalmış, onlar gibi olmuş, kendimizi neredeyse unutmuşuz.

Şehirde, hele hele büyük şehirlerde her şey bambaşkaydı.

Güzelim köy düğünlerimiz yoktu meselâ. En şık kıyafetlerimizle rezervasyon yaptırıp, bilet alıp gittiğimiz büyük salonlardaki hepsi bir boyda, aşırı makyajlı genç kızlarımız ve zıpkın gibi delikanlılarımızın, ölçüsüzce modernize edilmiş giysileri içinde gösterileri vardı onun yerine. Evet! Güzeldi, ama bizim annelerimin, babalarımızın, dedelerimizin, ninelerimizin yaşamına ait değildi.

Köyümüzde her zaman yediğimiz yemekleri ayda yılda bir yapılan “Çerkes Lezzetleri” günlerinde, gecelerinde tadanlarımız türemeye başladı. “Kaç senedir yemiyorum” diyen kadınlarımız, “Yapan olsa da yesek“ diyen erkeklerimiz normal karşılandı.

Lezzetinden çok bizim olmasının, birlikte hazırlanması ve yenmesinin değer kattığı “Hampal”, Çerkes Restaurantları’ndaki sevgisiz menülerde yer alıyordu artık. Sipariş verip, para ödüyorduk yemek için. Köyümüzdeki hampal’ın tadını alamıyorduk.

Psihalive, psihaluj, haluj, mantaz.

Hampal… Bazıları hampala içinde bir şey olmadan haşlanan hamur derler.

Biz içinde patates olanına hampal deriz. Yanlış kullanım ama öyle kalmış, doğrumuz olmuş. Bu yazı özelinde hangisi doğru önemli değil.

“Elit” olduklarını vehmedenlerden kimileri soyutladılar diğerlerinden kendilerini. Çerkeslik içinde yeni Çerkeslikler türedi. Ayrı ayrı derneklere gitmeye başladık; birbirimizi beğenmez, birbirimizi küçümser olduk.

Farklı şehirlerde farklı Çerkeslikler çıktı ortaya. “İyi Çerkes“ kavramından söz eder olduk. “İyi Türk”, İyi Laz“ ya da “İyi Kürt“ diyeni ise hiç duymadık.

Daha çok şeyler oldu.

Ardından sosyal medya gibi tamamen kontrolsüz, kimin ne olduğu belli olmayan, karşımızdakinin gözünün içine bakamadığımız, halini tavrını göremediğimiz bir bela da çöktü tepemize. Tuzu biberi oldu bu dejenerasyonun.

Parasını ödeyip yediğimiz hampalın fotoğraflarını yayınlamaya başladık sosyal medya hesaplarımızda. Paylaşım ve beğeni rekorları kırdı ninelerimizin, annelerimizin sevgiyle yaptığı ama şimdi “sipariş verdiğimiz hampal fotoğrafları.”

Tehlikeli bir girdap gibiydi sosyal medya. Nice saygın büyüğümüzün bile bu girdabın çekimine direnemediğine şahit olduk. Kötü örnek oldular açık söylemek gerekirse çoğumuza. Biz de olmuşuzdur mutlaka.

Her durumda Çerkes duruşunu korumasını bilenler ise bu karmaşada fark edilmediler bile. Ya da öyle geldi işimize. Gücendiler, geri çekildiler.

Bir de küreselleşme denen illete maruz kaldık. İşte o zaman tam oldu.

Bize olanlar böyle oldu…

Deniz dalgalanmadan durulmaz ama…

Saygı ve sevgiyle kalın.

Not: TDK “Mönü”yü “Menü“ şeklinde düzeltmiş bulunuyor.

Önceki İçerikOubykh Mektupları Şubat 2018
Sonraki İçerikSermayemiz XABZE’MİZ
Süha Baytekin
1965 Almanya doğumlu. Baba İstanbul, anne Eskişehirli. Haydarpaşa Lisesi ve Marmara Üniversitesi Uluslararası İşletmecilik mezunu. Yüksek lisansını ve doktorasını İstanbul Üniversitesi Uluslararası İşletmecilik'te yaptı. Koç Holding ile başlayıp sayısız firmada yöneticilik, Hamoğlu Holding ile sonlanan, pazarlama, iletişim kordinatörlüğü... Şu anda emekli. Uzun yıllardır sosyal medya ve çeşitli mecralarda yazarlık... 5.000 fotoğraflık eski Çerkes fotoğrafları arşivi var. Kitapları: "Diasporada Çerkes Olmak", "Çerkes Sürgünnamesi", "Kutsal Ay’ın Kızları-1". Basılacak Kitapları: "Kutsal Ay'ın Kızları-2", "Kutsal Güneşin Çocukları", "Diasporik Hikayeler". Medeni durum: Bekâr.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz