Travma aracı olarak eğitim

0
1428

Çocukların olağanüstü bir dünyası var; büyük insanların ancak teorik çıkarımlarla tahmin ettikleri bir hayal dünyasına sahipler onlar. “Normal şartlarda” çocukların istekleri de neredeyse sonsuzdur ya da daha doğru bir deyişle, sınırsızdır denebilir. Ancak çocuğun bu “sınırsızlığı”na aileden başlayarak toplum sınırlar koyar. Toplum her şeyin mümkün olmadığını, neden mümkün olamayacağını çocuğa zorla ya da güzellikle anlatır. Makul ve mantıklı toplumlar çocuğun mutlak özgürlük anlayışının önüne engeller koyarken, çocuğun hayallerini de “başkalarıyla birlikte” kurabilmesi ve yaşayabilmesi için imkânlar sunar. Dünyada gerçekten “makul” ve “mantıklı” toplum var mıdır sorusuna cevabı bir kenara bırakırsak, burada en önemli kıstas “birlikte yaşayabilmek”tir. Yani insanların özgürlük ve özgürlüğe bağlı hayallerini karartmadan, birlikte yaşayabilmektir aslolan…

Eğitim de bu dengenin en önemli aracıdır… İstanbul Şehir Üniversitesi kapatılıp, derslerden ve öğrencilerden uzak kalınca, sadece kendi başıma “nasıl daha iyi bir ders yaparım” diye düşünmek yerine, çok daha genel anlamda eğitim üzerine daha çok düşünmeye başladım. Bu konuda çok fazla okumaya ve çok sayıda uzmanla konuşmaya başladım. İçindeyken hissettiğim ve hissederek aşmaya çalıştığım, mesela hiyerarşik öğretmen – öğrenci ilişkisi, sınıflara kapanarak, tek düze ders anlatımı gibi sorunlar üzerine yoğunlaştım. Üniversite hocasının -kendini allame-i cihan zanneden, “bu dünyaları ben yarattım” kibrinde olan biri değilse- bir öğrenciden çok şey öğrenebileceğini hissiyatımda ve pratiklerde bilirdim. Ancak, hoca – öğrenci ilişkisinin çok daha demokratik olabileceği üzerine çok fazla kafa yoran, çok fazla teorik çalışma üreten çok sayıda insanın ve çevrenin olduğunu gördüm. Otuz senelik öğretim üyeliği tecrübemi bir kenara bırakıp, küçük bir çocuğun, bir ilkokul ya da bir üniversite öğrencisinin ihtiyaçlarının, sahip olduğu bilgi ve tecrübenin neler olabileceğini düşündükçe ve paylaşılan tecrübelerle zenginleştikçe, içinde yaşadığımız toplumda devlet anlayışının, siyaset kültürünün ve eğitim sisteminin aslında çocukların kapasitelerini nasıl boğduğunu daha çok hissetme imkânım oldu.

İlkokula başladığımızdan beri gidebildiğimiz seviyeye kadar geçtiğimiz okullarda neyi ve nasıl öğrendiğimizi düşünelim. Ülkemizdeki eğitimin esas işlevi kutsallaştırılmış ve muhayyel bir devlet kimliğine itaat ederek, o devlete karşı olan ödevleri yerine getirmeyi öğrenmektir. Bu konuda “eski” ve “yeni” rejimler bakımından çok fark yoktur… Her ne kadar şimdikiler, eğitimde var olan ve nispeten kabul gören liyakat meselesi gibi konularda ortalığı iyice darmadağın etmiş olsalar da, paradan ve çıkardan başka gerçekten değer verdikleri bir şey kalmamış olsa da, hem eski hem de yeni rejimde, “kutsallar” etrafında dönen ve insanların aklına ve kalbine, özgürce düşünme ve birlikte yaşama kapasitesine epey zarar veren bir felsefe ve ruh hali mevcuttur.

Tabii, devlet, lider, parti, tarih, geçmiş, anıt, ideoloji, insan ürünü kavramlar ve maddeler etrafında örülen kutsallara eklemlenen kapitalizm kutsalını da unutmamak gerekir. Örneğin, bir yandan din, milliyet gibi içinde başka türlü bir adalet, denge, tevazu, birliktelik gibi değerler bulunabilecek kutsallara rağmen, her iki rejimde de kalkınma, gelişme, kâr, sermaye, piyasa gibi “değerleri” barındıran kapitalizmin özgürlük ve birlikte yaşama arasındaki dengeyi ortadan kaldırdığının, bizzat bu talepleri de erozyona uğratmasının, insanın yabancılaşmasının hiç dert edilmediğini burada ekleyelim.

Korku ve güvensizlik içinde gelişim

Psikolog Erik Erikson’un İnsanın Sekiz Evresi adlı kitabında insanın psikososyal gelişim evrelerini anlatırken bebeklikten itibaren geçilen her aşamanın insanın oluşumunda hayati öneme sahip olduğunu anlatır. Özellikle ergenliğe kadar giden dönemler içinde ortaya çıkması beklenen duygular çok önemlidir. Örneğin, sağlıklı bir büyüme için, en başından itibaren, bütün evrelerde, insan “özerklik” duygusunu, “güveni” öğrenmesi gerekir. İyi “dinleyen” ebeveynlerin yardımıyla, çocuklar kendilerine ve başkalarına güven duymayı öğrenir, sosyal ilişkileri gelişir, başkalarıyla nasıl yardımlaşabileceğini, karşısındakiyle saygı ve sorumluluk ilişkisini öğrenirler. Tersine sürekli kontrol edilen, güven duyulmayan, tercihlerine saygı duyulmayan çocuklar geleceğe doğru bağımlı ve güvensiz bir şekilde ilerlerler. Ancak her bir evreden sağlıklı bir şekilde ve güçlenerek çıkmış olması halinde bir sonraki evrede de -olağanüstü bir kriz olmazsa- sağlıklı bir şekilde yoluna devam eder. Bu sağlıklı ilişkinin kuşaktan kuşağa aktarılmasıyla toplum da daha sağlıklı bir düşünme ve davranma kapasitesi geliştirir.

Belki de en önemli evre, kimlik edinmenin evresi olan “ergenlik”tir… Bu dönem “kimlik dağılması” ile “karakter patolojisi” arasında kimliğin bütüncül bir şekilde oluşabilme sınavına sahne olan bir dönemdir. Erikson’a göre, ergen genç, daha önceki tecrübeleri, bedenleriyle birlikte edindikleri (cinsellik başta olmak üzere) yeni görme ve duyma becerileri arasında ve etraflarını saran kocaman bir dünya karşısındadır. Ergenin etrafında çok fazla referans vardır ve bu referanslarla başa çıkma kapasitesi olup olmaması daha önceki dönemlerin başarıyla atlatılıp atlatılamamış olmasına bağlıdır. Eğer atlatılamadıysa, etrafında gördüğü çoğul referanslar ergene kuşkusuz güven vermez. Bu dönemde geliştirdiği kimlik ise ancak ona güç verecek kahramanlar, dinselleşmiş inanç ve ideolojilere mutlak bağlılık hatta tutkunluk içerir. Kararsızlık, şaşkınlık, bilinmezlik, güvenilir olmayan bir dünya psikolojik formasyonları yetersiz ergenleri mutlak ve tek boyutlu cemaatlerle var olmaya iter.

Ergenlikten sonra da yetişkinlik ve yaşlılık evrelerinde de devam eden psikososyal oluşumda, insan eğer her evreden güçlenerek çıkabilirse, umutlu, irade sahibi, amaç sahibi olabilir; yeterlilik, sadakat ve sevgi duygularla beslenmesi mümkün olur. Bu haliyle insan “egoist” olmaz ama “tekil insan” olarak “toplumda” yaşamanın dayanağı olan “ego kapasitesini” sağlar.

İşte, aileden başlayan ve eğitimle devam eden insanın psikososyal formasyonu, belli ki içinde yaşadığımız toplum bakımından pek parlak işlemiyor. Hayata bakarken kolay cevaplarla yetinen, otoriteden beslenen, karmaşık bir hayatı, siyaseti ve toplumu “ya o ya bu” mantığında tekçi cevaplarla okuyan çocukların, ergenlerin ve çocuk kalmış ya da her evrede başarısız kalmış insanların toplumundayız. Ve eğitim vasıtasıyla aşılamayan, tam tersine bizzat eğitimin kangren hale getirdiği bir patolojik durumdayız.

Sürekli tehdit gören, saygı görmeyen, güvenilmeyen, korkan, tercihleri ve seçenekleri ezilen, kendini kurtarmak için patolojik bir kimliğe sığınan, kendini bu sayede güvence altında zanneden çocuk, ergen ya da yetişkinlerin büyük bir çoğunluk oluşturduğu toplum, eğer eğitimde radikal bir düşünce hareketi geliştirilmezse “korkmaya” devam edecek demektir. Çünkü kendine güvenmeyen ya da ancak hamasetle kurgulanmış hayali kutsallara güvenerek, kendini güven altında hisseden ama bu şekilde kendini yok sayan insanların dünyanın, tarihin ve geleceğin çoğulluğu ile başa çıkması imkânsızdır yani hep korkmaya devam edecek, hep ezilecek, hep ezecek, kuşaktan kuşağa güvensizliği ve korkuyu sosyalize edecektir. Zayıflığıyla başa çıkmak üzere seküler ya da dindar cemaatlere girecek, geçmiş ya da mevcut (ya da gelecek) liderlere tapacak ve bunların “garantisi” altında maddi olarak hayatta kalmak için her türlü yolu (şiddet, yolsuzluk, haksız ve kolay kazanç vb.) mubah görecek, “hakikat” derdini asla taşımayacaktır.

Patolojik ergenler

Günümüzde genel olarak sosyalizasyon süreçlerindeki, özel olarak eğitimdeki korku, güvensizlik ve kimlik bunalımı zincirinin yarattığı toplumsal felaketlerin boyutlarını görmemek mümkün değil.

Bireysel silahlanmaya ve şiddete karşı yıllardır mücadele eden Umut Vakfı’nın özellikle kadınlara ve çocuklara karşı şiddet konusunda yayınladığı istatistikler, aktardığı tanıklıklar ve olaylar bu felaketin korkunç boyutları hakkında çok fazla bilgi veriyor. Çatır çatır insan öldüren, insan öldürme konusunda zerre kadar pişman olmayan ama mahkemelere çıktıkları zaman cezadan kurtulmak için her türlü yalanı üretebilen saldırgan ve korkak insanlar ancak yukarıda sözü geçen “psikososyal formasyonun” korkunç sonuçları olabilirler. Ya da Saadet Öğretmen Çocuk İstismarı ile Mücadele Derneği (UCİM)’nin kayıtlarına düşen binlerce vaka insan denen varlığın ne hallere düşebileceğinin hayal ötesi korkunçlukta örnekleri olabilirler. Oğluyla bir olup kızına tecavüz eden, sonra kızını başkalarına pazarlayan babalar… Aynı kızını eve almayan anneler… Yeğenine tecavüz edip, hapse giren ama cezaevinden çıktığında davul zurnayla karşılanan adamlar… Genç kıza tecavüz edip, engelli bırakan, genç kızın avukatını da tecavüzle tehdit eden, her türlü zorbalığı yapan adamlar…

“Yapmadım ama gene yaparım” diyen adamlar, “Biz soykırım falan yapmadık ama gerekirse gene yaparız” diyebilen güruhlar… Yazdıklarına tahammül edemedikleri için 14 sene önce Hrant’ı öldüren organize ekipler, onların kolayca bulabildikleri katil adayları ve bu cinayeti işleyen, “valla biz değiliz, bizim haberimiz yoktu” diyerek köşe bucak saklanmaya çalışan bir zihniyet…

Herkesi terörist gören, sadece kendini vatansever ilan eden, toplumun çoğulluğuyla birlikte olamayan, toplumun farklılıklarıyla bir arada yaşamayı beceremediği için dengesini ve kişiliğini de bulamamış, kimliğin tanımında ve tabiatında olan “başkalarıyla birlikte olmazsa olmazlığını” anlamamış olan siyasetçiler… Sürekli küfreden, tumturaklı ve bol vurgulu kelimelerle hakaret etmeyi marifet sanan, “ağır” konuşmalarla, vurgusu, tonalitesi yüksek, hamaset rengi bol ya da çarpıcı ses renkleri eklenmiş kelimeleri arka arkaya dizerek “siyaset” yaptığını zanneden ergen kalmış yaşlı adamlar…

Kötülüğün sıradanlığı… Ancak bu sıradanlık, sadece ölüm, şiddet, bağrış çağrış gibi meselelerde değil… Sırf rakip olduğu için, sırf rakibi puan kazanmasın diye yapılacak işlere engel olmaya çalışan zihniyetler… İşbirliğini, sosyal ilişkiyi beceremeyen, ciddiye almayan, sadece kendi patolojik varlığıyla var olabileceğini düşünen, başkalarıyla olamayan, başkalarının olmamasını isteyen siyasetçiler… İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Halk Ekmek girişimini, (oy olarak geri döner diye) ucuz ekmek satılmasını engelleyen “siyasi patolojik ergenler”…

Toplumun kılcal damarlarına sızmış daha basit bir “sıradanlık” örneği… Sıradanlık ama gene de basit bir cevabı yok… Geçenlerde Besim Dellaloğlu da Gazete Duvar’daki yazısında benzer sorular sormuş, ben de sorayım… Memleketin genel meselelerinden hiç farklı olmayan bir biçimde, mesela neden bir insan, çoğul seçim mantığının bir kenara atıldığı bir “atanma” ile “hak ettiğini zannettiği” bir yere rektör olmak ister? Ya da, ne kadar projesi olursa olsun, neden o makamı “hakkı” olarak görür? Yukarıdan aşağıya -siyasal bir kararla- rektör olarak indirilmek bir insanın nasıl içine siner? Başkalarıyla birlikte karar almayı, danışmayı, birlikte çare bulmayı değil de, “tek doğru”, “tek yol” adına bir yere rektör olarak dayatılmayı insan nasıl kabul eder? Yarın öbür gün siyasal iktidar değiştiğinde, “x” rektörün yerine “y” rektörü atandığında, o “rektör olma hakkı” ne olur? Bu siyasal otoriter kararların bir “savaş alanı” olarak görülen eğitim üzerindeki etkisi çok açık… Ama deve tarifinde olduğu gibi aslında… “Nerem doğru ki?”

Bütün bu hallerde, öldüren erkeklerin, bağıran ve şiddete çağıran siyasetçilerin, başkasını çekemeyen, çekemedikçe kurnazlık yaparak başarılı olmaya çalışan siyasetçilerin, seçimle gelmiş belediyelere kayyım olarak gelmeyi içlerine sindirenlerin hepsinin kişisel formasyonlarında kuşkusuz bol miktarda arıza, travma, kompleks vs. bulabiliriz… Ancak sorun, tekil insanların yani hepimizin tek tek yaşadığımız bireysel güzergahlarımızın üzerinde ortak bir yerde düğümleniyor. Güvensizlik ve korku içinde, başkalarıyla birlikte var olmayı beceremeyen insanların aldıkları eğitimin yarattığı sonuçları yaşıyoruz. Kısır bir döngü içinde, bu eğitimden geçmiş ailelerin gene eğitimle birlikte ürettikleri okulları, öğretmenleri, siyasetçileri, siyasal partileri, erkekleri ve devleti yaşıyoruz.
Her ne kadar eğitim, bir yandan, felaket denilebilecek sonuçlar yaratabiliyor ve büyük çoğunlukların insan olarak geleceklerini karartıyor olsa da, aynı eğitimin inanılmaz derecedeki sıkıcılığı, aşağılayıcılığı, kibri çok sayıda kaçağa sebep olabiliyor. Üstelik eski ve yeni rejimlerin kale olarak adlandırılabilecek kurumlarında bile bol miktarda alternatif düşünce ürüyor. Zapturapt altına alınamayan öğrenciler, kendilerine dayatılan güvensizlik, korku, hiyerarşi, teklik, ezber gibi hayatı karartan pratikler yerine hayatı keşfediyorlar, alternatif bilgiyi üretiyorlar, başka bir okulu, başka bir eğitimi hayal edebilmemize imkân sağlıyorlar.

Önceki İçerikNeler oldu?
Sonraki İçerikÇerkes Süiti, Kafkas Süiti’ne, Kafkas Süiti, Bahar Sevinci’ne nasıl dönüştü?
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz