“Baharı yaz uğruna tükettik
Aşkı naz uğruna
Ve papatyaları seviyor sevmiyor uğruna
Derken ömrü tükettik bir hiç uğruna.”
Yukarıdaki dörtlük, merhum Sezai Karakoç’a ait olarak bilinir. Ancak, kimileri bu dörtlüğün Karakoç’a ait olmadığını, çünkü tüm şiirlerinin toplandığı “Gün Doğumu” adlı şiir kitabında bulunmadığını gerekçe olarak gösterirler. Eğer böyle bir durum olmuş olsaydı, şiiri bu defa bir değil birden çok sahiplenen insan olurdu diye düşünüyorum. Ben dörtlüğün, yine rahmetle andığım Sezai Karakoç’a ait olduğu varsayıyorum.
Konumuz bu değil elbette. Ancak kısaca yakın tarihe bir gönderme yaparak konuyu kendimize bağlamak isterim. Hemen herkesin bildiği gibi insanlık var olduğundan beri, 20. yy kadar acımasız ve vahşice bir dönem yaşamadı. Aynı yüzyılda tüm dünya egemenleri döneminin en yıkıcı, en öldürücü silahlarını kullanarak 1. ve 2. dünya savaşlarında 78 milyon- olduğu sanılan- insanın canına kıyıldı; bir o kadarı da sakat, evsiz-barksız kaldı. Dahası yeryüzü ilk kez atom bombasına maruz kaldı. Bu iki cinayet savaşının dışında onlarca bölgesel savaşlar, adı konmamış vekalet savaşları, on yılları alan işgaller ve terörler yaşandı, yaşanıyor.
Tarihler 1945 yılının haziran ayını gösterdiğinde 2. Dünya Savaşı bitmiş, Hitler’in Nazi Almanya’sı yenilmiş ve Rusların işgali altında kalan Doğu Almanya, Berlin şehrinin ortasından boydan boya duvar örülerek ikiye bölünmüştü. Batı dünyasını ve insan beyinlerini çok kaba hatlarla ikiye ayıran bu duvar aynı zamanda ideolojik olarak da dünyayı “Sosyalist dünya” ve “Hür dünya” olarak kutuplaştıran bir hal alacaktı. Bu hal, insanlık tarihinde Demir Perde kavramıyla travmatik bir şekilde yerini almıştır. Aradan geçen 44,5 yıl sonra 09.11.1989 tarihine gelindiğinde, insanların dostluklarını, iletişimlerini, ilişkilerini, ticaretlerini ve her türlü dünyalarını ikiye bölen bu utanç duvarı yıkılmıştı.
01 Temmuz 1955 tarihinde, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) öncülüğünde sekiz sosyalist üyenin oluşturduğu Varşova Paktı ise 01 Haziran 1991 tarihinde dağılmıştı. Takvimler 26.12.1991 tarihini gösterdiği gün sosyalist blokun öncüsü SSCB dağılmış, Doğu Avrupa’dan Rusya, Beyaz Rusya, Ukrayna, Moldova; Baltık cumhuriyetlerinden Estonya, Letonya, Litvanya; Transkafkasya bölgesi ülkelerinden Gürcistan, Ermenistan; Azerbaycan ve Orta Asya ülkelerinden Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan, Tacikistan olmak üzere 15 ayrı bağımsız devlet ortaya çıkmışlardı.
Sıra Kuzey Kafkasya’ya geldiğinde, Sovyetlerden ayrılan aynı haklara sahip Covxar Dudayev’in önderliğindeki Çeçenya da bağımsızlığını ilan etmişti. Çeçenlerin bağımsızlıkları uğruna giriştikleri Birinci Çeçen Savaşı (9 Aralık 1994-31 Aralık 1996) iki yıl sürmüş, büyük kayıplar vermiş olmalarına rağmen savaşı kazanmışlardı. İkinci Çeçen Savaşı (29 Ekim 1999- 16 Nisan 2009) ise savaş ve isyan şeklinde 10 yıl 15 gün sürmüştü. Uzun yıllar süren bu savaş ve çatışmalar, Çeçenlere birinci savaştan daha büyük kayıplar verdirmiş, sonuçta savaşı kaybetmişlerdi.
Kuzey Kafkasya’nın kadim halkı Adigeler (Çerkesler) ise 1864 yılına geldiklerinde 101 yıl süren vatan ve özgürlük için verdikleri savunma savaşlarını kaybetmişlerdir. Yüzyıl süren katletme, yağmalama, yakma, yıkma ve işgal savaşlarının tavan yapması sonucu dezavantajlı halk kesimleri, 1861 yılının ikinci yarısından itibaren Osmanlı topraklarına gelmeye başlamışlardı. Kalanlar bir yanda savaşın tüm acımasızlıklarına rağmen 1864 yılına kadar her türlü diplomatik, politik, ekonomik, askeri vs. gayreti göstermişler, Lhepkh Xase’yi (Milli Meclis) çalıştırmışlar, aynı zamanda savunma savaşlarını devam ettirmişlerdir. Yerli halkın son deportasyona tabi tutulması süreci 1862 -1864 yıllarında uygulanmıştır. 1864 Mayıs’ının 21’ine gelindiğinde gökten rahmet yerine ateşler yağdı, yer merhamet yerine ölüm kustu üstümüze. Ne insanoğlu duydu feryadımızı ne dinleyen oldu ğıbzelerimizi. Ne yazımız kalmıştı ne de uğruna tüketeceğimiz bir baharımız… Ömrümüzü, kanımızı, canımızı, soyumuzu tüketişimiz bir hiç uğruna değildi elbet; papatya yapraklarını hep “seviyor… seviyor… seviyor…” diye koparmıştık aşkımız uğruna. Kışlardan, boranlardan geçmiştik. 1861’den Aralık 1991 sonuna kadar insanlarımız yaşama tutunmasını bildi, tam 130 kesintisiz yıl boyunca. Ne bir Allah’ın kulu ayak basabildi yetim vatan topraklarına ne de bir haber geldi gönlümüzü serinletecek esen yellerden. Sesimize benzer bir ses aradık hep kısa dalga istasyonlarında. Geceleri dolunayda aradık aşklarımızı, sevdalarımızı, geride kalanlarımızı. Ne yorulmayı öğrenebildik bunca zaman ne de unutmayı. Ruhumuz değil ama susuzluktan umudunu yitirmekte olan çatlamış topraklar gibi çölleşmeye yüz tutmakta olan bedenimize birden rahmet değiverdi, tenimizde tatlı bir ürperti hissettik. Tam yüz otuz yıldır baharı tükettiğimiz yaz geldi sandık. 19. yy’da gökten rahmet yerine ateş yağarken, yer merhamet yerine ölüm kusarken üstümüze, feryadımızı duymayan, ğıbzelerimizi dinlemeyen insanoğlu, 20. yy’da çektiğimiz acılarımıza bedel ödediler.
Allah, bütün dağılmışlıklarına, bütün yoksunluklarına ve bütün itibar kayıplarına, bütün olumsuz şeylere rağmen kimi toplumları yaz ve kış yolculuklarından geçirerek aralarına bir ülfet koydu, karınlarını doyurdu, korkularını giderdi. Arap olmayan Kureyş topluluğunu dağınık yaşamaktan kurtardı. İçlerinden Kusay adlı basiret sahibi bir kulunu öne çıkardı. O, halkına yol gösterdi, halkı onu gördü. İnsanların Kâbe’nin etrafına yerleşmelerini sağladı, Ev’in Rabbine kulluk etmeleri için. İçlerinden bir nebi geldi ve tüm egemenlerin saltanatına meydan okudu. Kısa sürede tarihin akışını değiştirdi. Rab insanlara, toplumlara çeşitli örneklerle dersler veriyor, ibret alsınlar diye. Dört ayetlik Kurayş suresini tarihi, sosyolojik, ekonomik, kültürel tüm yönleriyle araştırın lütfen. Ne alakası var demeyin, en çok bize ilgisi var. Hedefi, amacı, yöntemi, sabrı, ilahi desteği ve sonucu göreceksiniz. Stratejik bir yol çıkacak önünüze ve çok işinize yarayacak.
Günümüze gelince, son otuz yıldır ektiğimizi sandığımız neyimiz varsa henüz meyve durmadığını görmek hüzün verici. 1991 yılından günümüze geçen otuz yıl zarfında geldiğimiz nokta yani içinde bulunduğumuz durum, papatyaların yapraklarını “sevmiyor… sevmiyor… sevmiyor…” şeklinde koparmak gibi duruyor. Üstelik vatanın havasını teneffüs etmişken. Üstelik insanlarımız büyük umutlarla kucaklaşmış, yüzümüze rahmet yağmurları değmiş ve bir buçuk asır bahar uğruna kışlar, yaz uğruna baharlar tüketmişken. Üzerimizdeki bir buçuk asırlık deli gömleği, fazlasıyla benimsenmiş gibi duruyor üzerimizde. Hep başkaları için kavgalar veriyoruz. İdeolojilerimiz de başkalarına ait, kavgalarımız da başkaları için. Bizden olan herkes öteki oldu, ötekilerin hepsi biz… Tızekotıme tılheş / Birlikteyken güçlüyüz diyorsak, dediğimize inanalım. Ya zekot (birlik) olalım ya da önden çekilelim.
Moskova çoktan çıkardı o gömleği, Pekin de diğer birçokları da. Che’nin kavgası bir türlü tür olamadı, Küba’nın nefesi kokuyor; fukaralığı zafer onun için. Kuzey Kore’de tek ruh yaşıyor, koca ülkede. Cehenneme odun çekiyor adeta. İbretlik bir konu. Sermaye fahşalarına gelince, düştüğünde duyarsınız gürültüsünü. Siz siz olun evin Rab’ını unutmayın.
Dünyanın her neresinde yaşıyor olursanız olun, önce kendinizi keşfedin, sonra kendinizi fethedin. Kendiniz olduğunuz kadar özgürsünüz.