Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

Kusturica’nın kahredici Balkan kurgusu

Ortalama bir sinema izleyicisine “Balkan sineması” diyecek olursanız, alacağınız tek yanıt muhtemelen “Emir Kusturica” olacaktır. Bu durum hem ülkemiz hem de dünya geneli için geçerli bir yargıdır.  

Kusturica’nın kaotik bir evrenden beslenen, doğup büyüdüğü topraklarla ilişik kamerası, alımlayıcısına büyülü ve egzotik bir dünyanın kapılarını aralıyor. “Underground”, “Çingeneler Zamanı”, “Arizona Dream” adlı filmleriyle yönetmenlik adına tüm olumlu eleştirileri hak eden Emir Kusturica’nın, filmlerindeki savaş temsilini, büyülü gerçekçiliğe yaklaşımını ve sorunlu Balkanlar kurgusunu tartışmaya çalışacağım. 

Kusturica’nın büyülü gerçekçiliği 

Sürekli göklerde uçuşan bir duvak imgesi, kendini asmaya çalışan adamlar, göğe yükselen insanlar ve hayvanlar, suyun içinde çalan orkestralar, yeraltında şehirleri birbirine bağlayan otoyollar, ağlayan tablolar… Kusturica filmlerinin kendine özgü imgeleri ve formülleri vardır. Bu formüller de genelde çoğu filminde işler ve yönetmen, izleyicisinde istediği etkiyi yaratır. Saydığım imgelerden hareketle Kusturica’yı, edebiyatta Márquez ve Borges’le özdeşleşen “büyülü gerçekçilik” teriminin sinemadaki özgün yansıması olarak tanımlayabiliriz.  

Büyülü gerçekçilik, dünya gerçekliğiyle açıklanamayacak sihirli ve mantıkdışı öğelerin kurgusal gerçeklik içinde sıradan bir dille aktarılması işidir. Gerçek ve fantastik ile alışılmış ve alışılmamış olan, bir arada kullanır. Fantastik veya alışılmamış olan, anlatının içinde büyülü bir hale dönüşür. Büyülü gerçekçi bir eserde anlatıcı, okuyucunun tuhaf olandaki mantıksızlığı fark etmemesini sağlamak amacıyla, hiçbir açıklamada bulunmadan, bir uzaklık duygusu yaratarak olayları okuyucuya aktarır. Edebiyattaki büyülü gerçekçiliğin özgün bir sinemasal yorumunu gördüğümüz Kusturica filmlerinin bu konudaki başarısı tartışmaya değerdir.  

Büyülü gerçekçilikte büyülü ve mantıkdışı bir anlatı, kurgunun aleladeliği içinde eriyen parlak bir ana dönüşmelidir. Oysa Kusturica filmlerinde bu böyle olmaz. Çünkü Kusturica, filmlerini alımlayıcıyı sürekli uyaran renkli ve parlak anlarla doldurur. Bu da büyülü gerçekçi unsurları görünmez ve anlamsız kılar.  

Kusturica filmlerinin konusu “gizemli” topluluklardır. Yurtsuz Çingeneler, yeraltı mafya örgütleri, uyuşturucu kaçakçıları gibi “marjinalize edilmiş” ve nasıl bir hayat sürdükleri zaten merak unsuru olan grupları anlatan Kusturica, bir de bu grup bireylerini büyük bir stilizasyonla karikatürize edince ortaya enteresan ve uyumsuz bir birliktelik çıkmış oluyor. “Gizemli olan”ın muazzam bir cümbüşle sunulması büyülü gerçekçilik tekniğini yaralıyor. Büyülü gerçekçilik, oryantalist bakış açısını sürekli tahrik eden ve doyuran bir etki yaratmaktan öteye gidemiyor.  

Kusturica filmlerindeki “savaş” temsili 

Teknik yönden sorunlu bir büyülü gerçekçilikle dolu Kusturica filmleri, genellikle savaş ortamındaki erginleme hikâyelerine odaklanmaktadır. Özellikle Türkiye’de fazlasıyla sevilen “Çingeneler Zamanı” filmi ana karakter Perhan’ın büyüme hikâyesidir sözgelimi. Yönetmenin filmlerindeki “savaş” temsili ise politik kimlik açısından sorunlu bir noktada duruyor. Örtülü bir ideolojik yaklaşıma sahip Kusturica, fazlasıyla tedirgin edici bir zemin oluşturuyor. 

Kusturica, filmlerini her zaman, belli bir dava uğruna yapılan ve çeşitli propagandalar içeren filmlerden ayrı bir yerde tutmuştur. Bu tutumunu hem bizzat kendi açıklamalarıyla desteklemiş hem de filmlerinin içindeki çeşitli göndermeler ve ironik çağrışımlarla vurgulamıştır. 11 filmi içinde birçok eleştirmen tarafından “pik noktası” olarak kabul edilen ve benim de en favori Kusturica filmim olan “Underground” bile sembolik anlamda en politik filmlerden biri kabul edilecek olsa dahi herhangi bir ideolojiye sırtını dayamamakta; herhangi bir yolu, “doğru yol” olarak göstermemektedir.  

İçinde yetiştiği coğrafyanın doğal bir koşulu olarak “savaş” unsurunu merkeze alan öykülerinde Kusturica, ideolojik bir seçim yapmazken bir seçimin içinde bulunuyor aslında. Kendince tarafsızlığı, ideolojik bir aygıta işaret etmiş oluyor. Savaşı, Marksist bir tutumla analiz ederek ardındaki alt-üstyapı ilişkilerini çözümleyip kamerasını o yöne çevirmesi ve izleyicisine bunu görünür kılması gerekirken savaşın kendisini metalaştırarak bu metadan çoğu filminde nemalanıyor.  

“Underground”da, filmdeki silah tüccarı rolünü de canlandıran Kusturica, sanki yönetmenlik konumuyla ilgili ironik bir tartışmaya girme cesareti göstermiş gibidir. Kusturica’nın savaş ile olan ilişkisi ne yazık ki Brecht’in meşhur oyunundaki ana karakter “Cesaret Ana”nın savaşla kurduğu ilişkiden farksızdır. Savaş, Kusturica’nın büyüdüğü coğrafya tarafından kendisine armağan edilmiş, cebini doldurmaya yetecek hazır bir metafor, kolay bir metadan öteye geçememektedir.  

Kusturica’nın sorunlu “Balkan” kimliği kurgusu 

Kusturica’nın esas problemi, savaş temsilinin içinde savaşı yaşayan kimlikleri sunuş şekli ve bu sunuşun oluşturduğu “Balkan algısı”dır. İroniktir ki Kusturica, büyük başarısına bu probleme rağmen değil, bu problem sayesinde kavuşmuştur.  

Yönetmenin filmlerinde hep bir esrime hali görürüz. Sürekli dövüşen veya sevişen, yüksek sesli, hareketli müziklerle hoplayıp zıplayan, sert Balkan içkileri içen, adeta toplu bir trans halinde olan absürt karakterler vardır. Kusturica’nın Balkanlar’ındaki insanlar, neredeyse Antik Yunan’daki Dionysos tapınma şenliklerinde kendinden geçerek şarap içen ve taktıkları maskelerle gerçek kimliklerinden soyunan, dolayısıyla da kuralsızlığın içinde “ekstast” bir halde türlü tavırlar sergileyen bireyler gibidirler.  

Karakterlerin bu coşkun tavrı, film müziklerinin sürekli kullanımı izleyene renkli ve cıvıl cıvıl bir dünya sunsa da bir süre sonra bu renklerin ardı görünür olmaktadır. Absürtlüğün yoğunluğu, 2. Dünya Savaşı ve etnik çatışmalar gibi Yugoslavya’nın yaşadığı büyük travmaları basit bir temsile indirgemektedir. Kusturica’nın belki de iyi niyetiyle herkesin bir arada, güzelce yaşadığı Yugoslavya hatırasını hatırlatma isteği bulanıklaşıp yok olmakta, Yugoslavya’nın dağılma nedeni, filmdeki cıvıltıları taşıyan basit bir askıya dönüşmektedir.  

Kusturica’nın film karakterleri üzerinden yaptığı bu yansılama, Balkan kimliğine ister istemez büyük bir zarar vermektedir. Coğrafyadaki gerçeklerin siyahlığı filmdeki canlı renklerle kapanmaktadır. Hatta maalesef çoğu filmde, Yugoslavya’nın dağılışı neredeyse Balkanlıların “manyaklığına” bağlanmaktadır.  

Slavoj Žižek’in “21. Yüzyılın İlk On Yılında Ne Oldu?” adlı konferansı sırasında Emir Kusturica hakkında söylediği şu sözler, Kusturica’nın kahredici Balkan kurgusunu başarılı bir şekilde özetlemektedir: 

“Bence Emir Kusturica, Batı’ya Balkanlar’da görmek istediği şeyi gösterdi: İnsanların seviştiği, sürekli kafa çekip sızdığı, delirmiş bir coğrafya. Bu, Batı’nın Balkan miti işte. Kusturica, sert, harbi bir Balkan erkeği rolü oynuyor. Batı dünyasının şaklabanı o! Batı dünyasının Yugoslavya’da olanları yanlış anlamasına katkıda bulundu.” 

Hakkı Yüksel
Hakkı Yüksel
1987’de İstanbul’da Eski Yugoslavya göçmeni bir ailenin çocuğu olarak doğan Hakkı Yüksel, lisans ve yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamladı. Aynı üniversitenin Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümünde öğrenim görmektedir. Çeşitli Balkan derneklerinde ve Balkan kültürünün korunmasına yönelik faaliyet gösteren internet sitelerinde Eski Yugoslavya devletleri başta olmak üzere tüm Balkan coğrafyasının sinema, dil, kültür, müzik, edebiyat ve tiyatrosu hakkında çeşitli araştırmalar yapmış ve çalışmalar yayımlamıştır. Farklı dergilerde kısa öyküler, tiyatro oyunu, film, dizi ve kitap eleştirileri yazmaktadır. 2011’den bu yana Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak çalışmaktadır.

Yazarın Diğer Yazıları

Yeşil sahalardaki Dionysos

Karl Marx’ın “Din toplumların afyonudur” şeklindeki meşhur sözü, zamanla evrilerek futbol için de anılır olmuştur. Futbolun, kapitalist sisteme hizmet eder şekilde endüstrileşerek kirlenmesini bir...

Antigone sendromu

Tarih, tuhaf acımasızlığıyla tekerrür ediyor. 1999 yılının ağustosunda ekonomik krizle cebelleşen Türkiye, yeni bir yüzyıla girerken büyük bir depremle sarsılmıştı. Çeyrek asır sonra, daha...

‘Bu Şarkı Kimin?’

“Bir Yunan, bir Makedon, bir Türk, bir Sırp ve bir Bulgar bir restoranda müzik eşliğinde bir şeyler içip akşam yemeklerini yerler.” Bir fıkranın başlangıcı...

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img