“Çünkü kardaki ağaç gövdeleri gibiyiz hepimiz.
Azıcık dokunsak onları çekip götürebileceğimiz izlenimine kapılırız.
Ama hayır, bu mümkün değil çünkü toprağa sımsıkı bağlıdır onlar.”
Franz Kafka
Zühal Özkay
Nasıl olmuştu da bu hale gelmişlerdi, kimse bilmiyordu. Daha düne kadar kardeştiler. Tasalarını da sevinçlerini de hep birlikte yaşamışlardı. Çocuklar hepsinin çocuğu, atalar da hepsinin atasıydı. Ama olmuştu bir şeyler. Sanki dün ve bugün, keskin bir kılıçla birbirinden bir daha bir araya gelmeksizin ikiye ayrılmıştı.
Duymuşlardı komşu köylerde olan biteni. Bir gün önce aynı sofrada oturdukları, çocukluklarında birbirlerinin yataklarında uyudukları, birbirlerine sağdıçlık yapan komşularının onları nasıl katlettiğini… Hatta birisinin yaşlı sütannesini bile evlatlarının gözü önünde katlettiğini… Kardeşim dedikleri, baba yarısı görüp de gelin olurken evden kolunda çıkaranların tecavüz ettiği kızların, gelinlerin haberlerini gizlemeye çalıştıkları çocukları da kendileri de duymuşlardı. Zulüm yakınlarındaydı. Sıra gelmeden gitmeleri gerekiyordu.
Karısı evin duvarlarına, kapılarına, pencerelerine tek tek baktı, aklına kazırcasına… Gitti, damdaki ineğini sevdi, sürmeli gözlü buzağısını ağzından, yüzünden öptü. İplerini çözerken “Çaresi olsaydı da sırtımda taşıyabilseydim keşke sizi” diye geçirdi içinden. Ama çare yoktu. Fazla bir şey alamazlardı yanlarına. Belki kurtulurlarsa para edecek üç beş eşya…
Kadın, kilerdeki ocakta asılı olan çengelden kurutulmuş etleri alıp kocasının çerkeskasındaki1 fişekliklere yerleştirdi tek tek. İsli peyniri de küçük küçük parçalayıp bir beze sardı. Tüten dumanı görülmesin diye söndürülen ocakta asılı çüveni2 eliyle okşadı. “Ne düğün yemekleri, ne matem yemekleri yaptık seninle babamın yadigârı. Soylu beylerle tanrı misafirlerini fark gözetmeksizin tüm cömertliğinle ağırladık birlikte. Biricik oğlumun düğün sofralarını hazırlarken de sen olacaktın benim dayanağım. Keşke…” diye içinden geçirirken gözünden süzülen yaşı sertçe sildi. Duygusallığın zamanı değildi. Kalktı.
Kocasının yaptığı ahşap büfeden ailenin büyüklerinden kaldığı için kimsenin dokunmadığı Çerkes kamasını aldı ve başını eğip ensesinden tek örgü yaptığı saçlarını tek hamlede kesti. Yün çoraplardan birinin içine koydu. Yolda başlarına bir iş gelirse oğluna anasını, bu sürgünü unutturmamak için giysilerinin içinde saklayacaktı.
Ninesinin koynunda uyuyan oğlunu usulca öpüp uyandırdı. İhtiyar kadının elini tuttu sıkıca. “Gözümüzü arkada bırakma Nandu3. Bak torunun zaten anasız büyüdü. Bir de sen böyle inat edip onu temelli yarım bırakma. Buralar hepimizin toprağı, hepimizin geçmişi, geleceği. Sen hepimizden iyi bilirsin, savaştan kaçmaz bizim millet. Ama bu zulümle savaşmaya gücümüz kalmadı. Çünkü artık savaşmıyorlar. Bunların yaptığı savaş değil. Bizi yok etmeye ant içmişler.”
Nandu, beyaz uzun örtüsünü düzeltti. Dimdik, kararlı gözlerle baktı küçük gelinine. “Hadi kızım. Ben kendime de toprağıma da yeterim. Siz çıkın bir an önce de gün doğana kadar yolu kolaylayın. Kocan troykaya4 fazla yüklenmesin. Dağ yollarında zorlanır, çabuk yorulur atlar” dedikten sonra boynundan çıkardığı gümüş kolyeyi gelininin ince, narin boynuna takıp “Bu kocanın annesinin boynundaydı. Ölmeden önce sana verecektim. Nasip… Göç ölümden önce geldi. Torunlarım da soyumuz da sana emanet benim yiğit gelinim” derken aslında ölümün de geldiğini çok iyi biliyordu. Göreceği kadar sevinci de, acıyı, kederi de görmüştü. Bir başka vatan toprağında güneşin doğumunu görmeye yüreği dayanmazdı bundan sonra.
Eğildi, çevik hareketlerle çocuğa kendi elleriyle diktiği küçük çerkeskasını, deri çizmelerini giydirdi. Keçe paltosunu giydirmeden torununu bağrına bastırdı, kokusunu içine çekip, sıkı sıkı kucaklayıp öptü. Küçük çocuğun, ihtiyar kadının gözündeki yaşı eliyle silip “Sen de bizimle gel Nandu” demesini duymazdan gelen Nandu, “Hadi kızım, bak oğlun da hazır. Sen de daha fazla kocanı bekletme” diye seslenirken, kapıda dikilen gelinini gördü. İşlemeli beyaz gömleği, pantolonu, çerkeskası, belinde kaması, kalın keçe paltosu, başında kuzu yününden yapılma kalpağı ile tam bir Çerkes delikanlısı dikiliyordu. Gelinine güvenmekte ne kadar haklı olduğunu bir kez daha fark ederek gözü ışıldadı ihtiyar kadının.
Torunu geldi, ihtiyar kadına kemiklerini kırarcasına sıkı sıkıya sarıldı, çocukluğundan beri yaptığı gibi boynundan öptü. “Sağ salim Türk yurdu Osmanlı’ya varalım, düzen kuralım, gelip seni göreceğim Nandu, o zaman istemesen de seni zorla götüreceğim. Bunu iyi bil Nandu” diyerek son bir kez daha kendisini alnından öpen ihtiyara sarılıp dizine kadar gelen karları yardıra yardıra troykaya gitti. Önce atlarını eliyle, gözüyle sevdi. Üçünün de kulağına bir şeyler fısıldadı. Sonra oğlunu, yüzünü sıkıca iki eliyle tutup öptü, bir şeyler söyledikten sonra küçük kalpağının dışında kalan yüzünü Nandu’nun ördüğü şal ile sıkıca örttü. Karısına kısa bir bakış attıktan sonra troykaya bindi. Dizginleri hafifçe gevşetip kollarını önce yukarı, sonra aşağı indirdi.
İhtiyar kadın gözünden akan yaşa hiç yüz vermeden, kar ve tipinin ay ışığı ile aydınlattığı karanlıkta karşıdaki karlarla kaplı dağlara doğru yönelip gittikçe küçülen ve sonra yok olan troykanın ardından baktı, baktı. Gözleri troykanın en son göründüğü noktada, tipinin savurduğu karlar üzerinde birikmeye devam etti gün ağarana dek.
01.11.2023
1Çerkeska: Kafkas halklarının kullandığı erkek üstlüğü. Diz boylarında, üzerinde fişeklikleri bulunan erkek kıyafeti.
2Çüven: Döküm tencere. Bir çengele sapından asılarak ateş üstünde yemek yapımında kullanılır.
3Nandu/Nanu: Nine, büyükanne.
4Troyka: Üç atlının çektiği kızaklı araba. Bunların tekerlekli olanları da vardır. Özellikle Rusya ve Macaristan’da toplumsal statünün göstergelerinden biri olduğu yazar kaynaklarda.
Bu yazı, 21 Mayıs 1864 anısına yazılmıştır. 1864: Çarlık Rusya’sının Kuzey Kafkas halklarına etnik temizlik, soykırım uyguladığı, Çerkes soykırımı ile özdeşleşen yıl.