Şumaxo günlerdir köyün içinde şuursuzca, içi içine sığmaksızın, talihine kızarak dolaşıyordu. Bahçeye iniyor, ırmak boyunca, kavak ve söğüt ağaçlarının arasında dolaşıyor. Kimi zaman suya ağını atıyor, alabalık ve sazan yakalıyor, kendini oyalamaya çalışıyordu. Altıkesek ırmağı ta Uzunyayla’nın içlerinden dolanarak geliyor, iki dağın arasından geçip, köyün önünden, kıvrılıp akarak Pınarbaşı’nın arkasından Maraş’a doğru uzayıp Seyhan nehrine ulaşıyordu. Bahçede, bu ırmağın kenarında ne hayaller kurmuştu. Çocukları büyüyecek, onlar evlendirecek, güzel Çerkes gelinler alacaktı. Şunun şurasında daha kaç gün olmuştu ki yeni bebeği olalı. İkinci oğlu, Rasim’in daha kırkı çıkmamıştı, Kerem üç yaşına yeni girmişti.
Geçen hafta köye zaptiyeler gelip muhtara askere alınacakların celplerini bırakmışlardı. Yedi düvel birbirine girmiş diye anlatılıyordu. Osmanlılar da savaşa katılmış, o yüzden terhis edilenlerin çoğu yeniden askere alınıyordu.
Günü yaklaştıkça çocuklarından ayrılışının acısı artıyor, Ziyaret tepeden de kat be kat büyüyordu. O son gün, eve girdiğinde çocuklarını aldı kokladı, yanaklarından öptü, eşine şefkatle, hiç dinmeyecek bir hasretle sarıldı, “ Kendine, çocuklara iyi bak, Allah’a emanet olun, ben bunların büyüdüğünü göreceğimi sanmıyorum.”dedi.
Gittiğinden bir yıla yakın zaman sonra,” Şumaxo şehit oldu” diye haberi geldi. Hangi cephede şehit düştüğünü ise kimse hatırlamıyordu. İki çocukla baş başa kalan kadın köyde fazla duramadı, kardeşleri gelerek Osmaniye köyüne (Çerkes Burunören-Loukıt) götürdüler. Kerem ile Rasim orada büyümeye koyuldular.
Kerem sekiz yaşına geldiğinde artık büyük adam edasıyla Süleyman dayısına yardım etmeye çalışıyor, onun işlerine peşi sıra koşuşturuyordu. Dayısı onun yardımlarını teşvik ediyor, eksikliklerini ise tatlı bir tebessüm ile saçlarını okşayarak kendisi tamamlıyordu.
Bir gün dayısı tarlaya çifte giderken Kerem de ardı sıra gitti. Dayısının ardından pulluğun izi boyunca gidip geliyor, taşları alıyor, becerebildiğince uzaklara atmaya çalışıyordu.
Birden, yerde gözüne pırıl pırıl bir şey takıldı. Heyecanla eğilip aldı, evirdi çevirdi, atmaya kıyamadı, cebine koyamadı, yürümeyi unuttu olduğu yerde duraksadı. Parlak sarı şeyin üstündeki anlamadığı, bilmediği işaretlere, resimlere bakmayı sürdürürken dayısı tarlanın öbür başına kadar gitmiş, dönüp gelmişti. Kerem’i olduğu yerde durur görünce seslendi ”Ne var Kerem, ne oldu ?” Kerem sessizce elini öne doğru uzattı; “Bu ne dayı? ” Dayısı atları durdurdu, gelip Keremin elindeki parıldayan nesneyi aldı baktı, evirdi çevirdi,”Nerede buldun bunu Kerem ?” dedi. Kerem, tam durduğu yerde sağ elinin işaret parmağını ayaklarına doğru uzatarak ;” Aha burada dayı” diyerek cismi bulduğu yeri gösterdi. Dayısı gösterdiği yere çöktü, elleriyle Kerem’in işaret ettiği yeri eşeledi. Biraz sonra birkaç adet daha parlak cisimlerden buldu. Kalktı, her zaman yaptığı o sevecen tatlı okşaması ile Kerem’in sarı saçlarını okşadı. Bir şey söylemeden gitti, çiftine devam etti..
Günlerden bir gün, muhtarın çocukları, birkaç çocukla birlikte ev ev dolaşarak erkeklerin köy meydanında toplanmasını istediler. ”Muhtar amca ne istiyor acaba? ” diyerek dayısı çıkıp gitti, erkekler köy meydanında toplandılar. Kerem ve diğer çocukların tek öğrene bildikleri ”gelecek, gidecek, yemek” sözleriydi. Kimlerdi? Çocuk akılları bir türlü keşfedememişti.
Günün ilk ışınları ile tüm köy halkı kalktı. Fırınlar yakıldı, hamurlar yoğruldu. Her hane ikişer, üçer tavuk kesip haşladı. Sütler kaynatılıp peynir için mayalandı. Öğleye doğru tüm hazırlıklar bitmişti. Muhtar ne yapacaklarını tekrar hatırlattı. Etler, börekler, peynirler, ekmekler ve yenebilecek diğer şeyler ayrı ayrı sepetlere, teknelere konularak köy meydanında hazırlanan masalara sırayla yerleştirildi. Her şey hazırdı.
Dayısı Kerem’e seslendi, yanına çağırdı. Yengesi hazırlayacak, Kerem ve dayısı da misafirlere sunacaklardı. Misafirler kimdi?
Öğle ezanına doğru uzaktan bir toz bulutunun hafif hafif yükseldiğini gördüler. Geliyorlardı. Kerem hayatında bu kadar atlıyı bir arada görmemişti. Gümüş takımlı atları, göğüslerinde çapraz kuşanılmış fişekleri, bellerinde gümüş kama ve kılıçları, başlarında kalpakları ve sırtlarına asılmış mavzerleri ile öylesine heybetliydiler ki. Reisleri muhtarla kısa bir görüşme yaptıktan sonra atlılar guruplara ayrıldılar. Her gurup teker teker kendilerine ait masaya gidiyor eğilip uzatılan erzakını alıyor ve yoluna devam ediyordu.
Kerem sevinç içinde süvarileri izliyor bir yandan da yengesinin uzattığı erzakı önüne gelen süvariye tutuşturuyordu. Kerem işin çok çabuk bittiğine üzüldü. Ne olurdu biraz daha kalsalardı, o güzelim atları ve heybetli süvarileri biraz daha seyredebilseydi.
Geldikleri gibi arkalarında bir toz bulutu bırakarak gittiler.
Evet, onlar Nazım Hikmet’in deyişi ile“kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü, atları ve kendileri semizdiler…” Ethem’in süvarileriydiler. Çapanoğlu isyanını bastırmış, Ankara’ya, Mustafa Kemal’e gidiyorlardı, cumhuriyete kol kanat germek için, muzaffer ve doludizgin.
Rısta Kerem’i tanıdığımda seksenine merdiven dayamış, koca bir delikanlıydı. O günleri yaşıyormuşçasına, çocuksu, mavi gözleri ışıl ışıl parlayarak anlatmıştı.
Nur içinde yatsın…
Sayı : 2010 04