Adanalı şişman kısa boylu, karakaşlı, kara gözlü, kırklı yaşlardaki İdris Ağa, Janmara’yı satın aldı. Ondan beklenmeyen bir nezaketle elinden tutup arabaya bindirmek istediyse de Janmara sert hareketlerle adamdan kurtulup arabaya oturdu. Uzun süren yolculuğun ardından Adana’da bir çiftliğe getirildi. Janmara burada konulduğu odada günlerce hiçbir şey yemedi, uyumadı. Odanın bir köşesinde öylece oturdu. İdris Ağa gelip bir şeyler söylüyor, Janmara hiç tepki vermiyordu.
Bir gün odasına giren yaşlı bir kadın karşısında çömelip Çerkesce: “Ah talihsiz yavrucak…” dediğinde, Janmara bir süre kulaklarına inanamayarak baktı. Ardından ağlayarak kadının boynuna sarılıp: “Bana yardım edin, beni burada zorla tutuyorlar, Kafkasya’ya aileme dönmem için bana yardım edin. Size yalvarıyorum” dedi.
Latife hanım: “Sakin ol yavrum, gel şöyle otur seninle konuşalım. Yaşadıkların beni de çok üzdü ancak bu iyi bir adam. Sana nikâh kıymak, bu çiftliğin hanımı yapmak istiyor. Bence onun sabrını taşırma. Bundan sonra ne yazık ki Kafkasya’ya dönmen imkânsız” dedi.
“Onunla asla evlenmem. Ben Tanbora’nın elini tuttum, ona söz verdim. Başkasıyla olmaz olamaz. O aşağılık Yemizeğ’e bir gün bunun hesabını soracağım.”
“Yemizeğ de kim?”
“O cezalı bir katil ama onu gemide gözlerimle gördüm. Bizi satan o. Hayatım pahasına onu bulup hesabını soracağım.”
Latife hanım: “İyi ya, bu çiftliğin hanımı olursan güçlü olursun, onu bulman daha kolay olur. Kaldı ki başka türlü seni asla bu çiftlikten çıkarmazlar akıllı ol. Bence evlilik için söz verdiğin o çocuğu da unut. Belki yaşamıyor bile Kafkasya’da çok acımasız bir savaş sürüyor.”
“Hayır! Ne olur böyle söylemeyin, Tanbora bana söz verdi savaş biter bitmez dönecek.”
“Umarım sağ salim döner ama artık sen orada değilsin, gerçekleri gör, hayatına ona göre yön ver başka şansın yok yavrucuğum, iyi düşün.” diyerek kalktı.
Janmara atıldı: “Beni burada bırakmayın lütfen yalvarırım.”
“Ben yine gelirim ama sen iyi düşün. İdris ağa iyi insandır. Hayal kurmayı bırak ne kadar çabuk toparlanırsan o kadar iyi olur. Ben gerçekten senin iyiliğini düşünüyorum kızım, hoşça kal” diyerek çıktı.
Janmara oturduğu yatağın üzerine kıvrıldı: “Neden bütün bunlar benim başıma geldi nan?” diyerek ağlıyor annesinin sıcaklığını her zamankinden çok arıyordu.
Janmara günlerdir ilk kez uzandığı bu rahat yatakta düşle gerçek arasında Tanbora’yı görüyor, onun evlenme teklifini hatırlıyordu. Tanbora; geniş omzu, ince beli, vücuduna çok yakışan elbise ve silahlarıyla güçlü, asil ve kibar tavırlarıyla tam bir Çerkes genciydi. Tanbora ona elini uzatmıştı, Janmara adet olduğu üzere kaşeninin (gönül verdiği kişi) elini tutarak evlenme teklifini kabul ettiğini söylemişti. Şimdi ona özel bir eşyasını (awuj) da vermeliydi ama buna hazırlıklı değildi. Elbisesinden kopardığı gümüş topu ona uzattı. Delikanlı çok değerli bir mücevher almış gibi onu göğsünün üzerideki fişekliğin içine koyup: “Hep burada kalbimin üstünde taşıyacağım” dedi.
Janmara, Tanbora’yı düşünerek uykuya dalarken, yaklaşık iki yıl sonra Çerkeslerin Osmanlıya sürüleceğini ve Tanbora’nın da İstanbul’a geleceğini nereden bilebilirdi.
Ben Varşuk:
Taguna Nan da beni terk ettikten sonra iyice inandım ki ben çok bahtsız biriyim. Artık Tanbora Ağabeyimin gelip beni alacağına dair umutlarım da tükenmek üzere. Gördüğüm onca ölüm, onun da ölmüş olabileceğini düşündürüyor ama kafamdan kovmaya çalışıyorum. Bana çok iyi davranan, bana ulaşmak için elinden geleni yapan bu adamı sevmek istemiyorum. Seversem ölür diye korkuyorum. Bütün akrabalarımın bu yüzden öldüğünü düşünüyorum. Babam öldükten sonra bizi getiren gemiyi dolaşmaya çalışmış fakat bir tek akrabama bile rastlamamıştım. Ben bahtsız olmasam gemide bir akrabam olmaz mıydı? Taguna neden gemiyi dolaşmaya çalıştığımı sormuş “sen küçüksün bunca hasta insanın ölümlerini görmemen lazım, yanımdan ayrılma” demişti. Ben onları görmüyordum ki dayılarımı, amcalarımı, kuzenlerimi arıyordum. Bunu söylediğim de Taguna Nan bana sarılıp: “Bu gemide onlar yok Varşuk, belki akrabaların başka teknelerle bizim gittiğimiz yere gelecekler, onları da orada bulacaksın. Ama artık bu gemide aramayı bırak yavrucuğum.” demişti.
Evet, ben çok bahtsız biriyim. Artık kimseyle konuşmak kimseyi sevmek istemiyorum. Konakta sessiz sessiz dolaşıyorum. Bu gün kimse ölmezse bahtım düzelecek diyorum, birileri ölüyor yine içime kapanıyorum. Bu kocaman güzel konakta sık sık ölümler yaşanıyor. İnsanlar onlarla uğraşırken beni unutuyorlar. Ben onların arkalarında bulduğum bir aralıktan ölenlerin yüzlerini inceliyorum. Sanki hepsi gülümsüyor. Galiba Reşit Bey haklı onlar Kaf Dağını gördükleri için gülümsüyorlar. Yavaş yavaş buna inanmaya başlıyorum. Babamla Taguna Nan da annemin yanına gitti, belki bütün akrabalarım ölerek Kafkasya’ya döndüler, hepsi mutlu. O halde neden bir tek ben buradayım. Herkes Kaf dağında buluşmak için ölüyor, peki ben neden ölmüyorum? O gün bunu sorabileceğim tek kişi olarak gördüğüm Reşit Beyin yanına gittim. Reşit Bey:
“Gel Varşuk, bir isteğin mi var.”
“Bir şey sormak istiyorum.”
“Buyur sor evladım, sonun da benimle konuşmaya karar vermene çok sevindim.”
Bütün düşündüklerimi ona anlatıp sevdiklerimle olabilmek için ölmem gerektiğini söyledim. Reşit bey bana sıkı sıkı sarılıp:
“Bütün akrabalarının öldüğünü de nereden çıkardın? Emin ol birçoğu yaşıyordur ve İstanbul’a gelenler mutlaka olacaktır. Sana söz veriyorum gerekirse bu memleketi karış karış aratıp akrabalarını bulacağım.” İlk kez ben de ona tüm gücümle sarıldım tıpkı babam gibi sımsıcaktı.
Tanbora’nın dayısı Şutsuk
Tanbora’nın büyük dayısı yaşlı Şutsuk askerler köyü ateşe verirken, emri veren subayın karşısına dikilip: “Ne istiyorsunuz biz yaşlı, kadın ve çocuklardan? Yiğitseniz genç savaşçılarımızın karşısına çıkın!” diye haykırdı. Subay ellerini arkasında birleştirip onu baştan aşağı süzdükten sonra: “Bizi yıldıran o savaşçılarınız bile artık sizi kurtaramayacak, susturun şu ihtiyarı!” dedi. Şutsuk ani bir hareketle bastonunu karşısındaki subayın kafasına var gücüyle indirdi. Askerlerin bir bölümü komutanlarına yardıma koşarken bir bölümü de Şutsuk’un üzerine saldırdılar, öldüresiye dövdüler. Kendine gelen subay alnındaki kana bastırılan mendili tutarak tabancasını Şutsuk’a çevirdiğinde yaşlı karısı: “O öldü daha ne istiyorsunuz?” diyerek kendini Şutsuk’un üzerine attı. Subay tabancasını ateşledi. Askerlere dönüp hiddetle: “Herkesi alana toplayın!” diye haykırdı.
Şutsuk kendine geldiğinde üzerinde yatan karısının altından güçlükle çıktı. Onu çevirip kucağına aldı, karısının açık kalan gözlerini eliyle kapattı: “Sonunda benim için ölümü de mi göze aldın, benim aydınlık yüzlü eşim?” diyerek hıçkırıklara boğuldu.
Ben Şutsuk:
Üzerinde üç yüz yıldır direnen Çerkes halklarının vatanı, Rus egemenlik alanı içindeki tek bağımsız yer olan Çerkesya’da yaşıyorum. Bizi binlerce yıldır yaşadığımız kıyı bölgelerinden kaldırıp Kuban ırmağı kıyılarındaki sıtma üreten bataklıklara yerleştirmeye çalışan Rus ordusu; bize ölümlerden ölüm beğen diyor. Ya sürgün ya Kuban ırmağının karşı kıyıları.
Halkın çoğunluğunu toprağından koparan Ruslar, dağlardan indiremedikleri ya da bulamadıkları, geride kalan bir avuç Çerkes’in de sonunu hazırladılar. Evlerimizi yakıp yıktılar, tarlalarımızı atlara çiğnettiler, meyve ağaçlarımızı bile bir bir kestiler, süngü ve dipçik zoruyla halkımı teknelere üst üste yığıp Karadeniz’e saldılar. Dağlardaki savaşçılar dönerlerse yaşama şansları olmasın diye köylerimizi yok ettiler. Başardılar da. Bildiğim kadarıyla Kabilem Hak’uç lardan geriye kalan tek kişiyim. Anıha’da saklanıyorum. Burası uzak geçmişte Abhaz-Abazaların dinsel törenlerini gerçekleştirdikleri kutsal bir koru. Burada bir zamanlar mucizevî bir şekilde kaybolan ve ara sıra insanlara görünen bir peygamberin yaşadığına inanılır. Uzun süredir Anıha’dayım, henüz ona rastlamadım. Eşimin naşını da getirip buraya gömdüm.
Sürgünün üzerinden tam yedi yıl geçti. Bu süre içerisinde her gün Soçi Limanına inip denizin dışarı attığı bir kafatası daha var mı diye bütün kıyıyı boydan boya tarıyorum. Bulduklarımı heybeme koyup Anıha’ya getiriyor, burada oluşturduğum mezarda dualarla toprağa veriyorum. Bu kıyılardan zorla teknelere bindirilip gönderilen halkımın kemikleriyle bile olsa geri döndüğünü ve topraklarına gömülmeyi hak ettiğini düşünüyor, yedi yıldır bu görev için yaşıyorum. Fakat artık geri dönen yok. Yedi yıllık çabamla ormanın ortasında oluşturduğum mezarlıkta, kendim için eşimin mezarının yanına kazdığım mezarıma uzanıp ölümü bekleme vaktim geldi.
Hayallerimde Çerkes atlılar dolduruyor Anıha’yı. Gençler mızıkaları ve ahızralarıyla çınlatıyorlar Çerkesya’yı. Erkekler savaşır gibi sert hareketlerle toprağı dövüyor, kadınlar kuğu gibi süzülüyor. Çerkes gençlerin hep bir ağızdan söyledikleri voretlerle Çerkesya inliyor. Eski günlerdeki gibi gençler uçarcasına alana inerek voretleri nağralarıyla bölüyorlar.
YIL 1855 BÜYÜK SÜRGÜNE DOKUZ YIL VAR
Büyük sürgüne dokuz yıl vardı ancak Anapa’nın işgalinden (1828) beri bu topraklarda her geçen gün daha çok ısınan sıcak çatışmalar bölge bölge sürüyordu.
Yemizeğ işlediği suçtan dolayı öncelikle kendi kabilesine hesap vereceğini biliyordu. Cinayet xabzelere (gelenek) göre tüm sülaleyi ilgilendirdiği için cezalandırılmasında da yetki önce, onların olacaktı.
Çünkü bu mesele çözülene kadar iki sülalenin bütün üyeleri kan davası içinde olacaklardı. Bu yüzden Thamadeler bir karar verene kadar tüm köy halkının da yardımlarıyla iki sülalenin hiçbir üyesinin karşı karşıya gelmemesi sağlanmış, Yemizeğ böyle büyük bir belayı başlarına açtığı için karşı taraftan daha fazla kendi sülalesinin öfkesine maruz kalmıştı.
Dava köy meydanındaki geniş çayırlık alanda çalılardan yapılan mahkeme binasında başladı. Altı kişi davalı tarafın, altı kişi de davacı ailenin gösterdiği deneyimli insanlardan oluşan on iki kişilik jüri üyeleri yerini aldı. Basit usulde bir yargılamadan sonra jüri üyeleri kendi aralarında bir süre görüştüler ve sonuçta oy birliğiyle aldıkları kararı gerekçeli olarak izleyenlere açıkladılar. Thamadeler davanın görüldüğü binanın ateşe verilmesini buyurdular. Birkaç genç bellerinde takılı olan kamalarını sol elleriyle tutarak koşturup, davanın izlerini silmek için kulübeyi ateşe verdi. Yemizeğ bundan sonraki yaşamının başkaları tarafından alın yazısı gibi ince ince yazılışını izledi. Söyleyecek sözü yoktu. Hırsına yenik düşmüş, bir insanın canını almıştı. Oysa şimdi, mahkemesi için yapılıp, cezası kesildikten sonra yakılan bu kulübeyi izlerken içinde kopan cayırtıya hayret ediyor, anlam veremiyordu.
Mahkeme heyeti uzun beyaz sakallarının devamı dibi duran, beyaz yün kumaştan yapılmış tsiylerinin (setere) içinde, verdikleri kararla büyük bir yükü omuzlarından atmış, dik gövdelerini (yaşlarından beklenmeyen şekilde) daha bir dikleştirerek yaktırdıkları mahkeme binasını izliyorlardı. Yemizeğ de binanın yanışını izlerken içinde kaynayan öfke, nefret, üzüntü karışımıyla bundan böyle işlediği bu cinayetin kendisini nasıl bir yalnızlığa düşüreceğini iyice kavramış durumdaydı. Çayırlığı dolduran onca insandan bir tekinin bile gözünün kendisine takılmayışına hayıflanarak, çökmüş omuzlarıyla, bu dimdik duran halktan tamamen koptuğunu kavramanın acısıyla, cezasını çekmek üzere ormana doğru yürüdü yürüdü… Ayaklarının kendisini taşımakta zorlandığını fark etti. Bir ömür başı öne eğik ve toplumdan dışlanmış olarak yaşamanın ne denli ağır bir ceza olduğunu düşünmeye başladı.
Ormana vardığında uzaktan Thamadelerin ve bu yargılamaya direk katılan köy halkının evlerine dağılışını, son köylü gidene kadar izledi. Şimdi bomboş kalan o koca çayırlık alanın yansıması açılmıştı yüreğinde. Yaptığı işin pişmanlığından ziyade kalbinde kor bir öfke yanıyordu. Henüz yirmi sekiz yaşındaydı ve bir katil olduğu için artık kimse kızını ona vermeyecek, çoluğu çocuğu olamayacak hiçbir nısaşeye (düğün), cenazeye, zehese (gençlerin eğlenceli toplantıları) katılamayacaktı. İnsanlar bulaşıcı bir hastalık gibi gördüğü cinayetin uğursuzluğundan kaçmak için onunla tek kelime konuşmayacak, selam bile vermeyeceklerdi.
Yatabileceği bir kulübe yapmalıydı çünkü artık bir evi yoktu. Bir tarlası, bir tek hayvanı bile yoktu. Her şeyine el konulmuştu. Bütün bunları düşünerek yamçısının içine kıvrıldı.
Yemizeğ’ın evinin geniş saçaklarından akan yağmur suları, kendileri için kazılmış hendekleri dolduruyordu. Beyaz badanalı yüksek tavanlı evlerine; kanatlı kapılarından biri daima açık duran kapısından girdi. Ev sıcaktı, içi ısındı. Annesinin mutfakta ocağa astığı çövende (tencere) apısha (Çerkes yemeği) pişirdiğini biliyordu. Odasında üç kenarı tahta çitlerle çevrili geniş hareketli karyolasına yaklaştı, yatağında biri uyuyordu. Bu Yemizeğ’in dokuz yaşındaki haliydi. Annesi mutfakta bir kafe melodisi mırıldanıyordu. Elinde sofrayla içeri girdiğinde Yemizeğ: “Nan!” diye seslendi, ama annesi onu duymuyordu. O yatağında rahat uyuyan Yermizeğ’e yönelmiş, “Tase, küçüğüm kalk artık” diye sesleniyordu. Koşarak gelip yatağına girdi, diğer Yemizeğ kaybolmuştu. Annesinin tekrar seslenmesini bekledi, ses yoktu, sıcak yatağında neden titriyordu, anlamaya çalışırken uyandı, yağmur yağıyordu. Gün aydınlanmıştı, dünkü mahkemeyi, ardından düşünü hatırladı. Annesi hayatta olsa o da babası, kardeşleri gibi yüz çevirir miydi? Xabzeler (Gelenek) belliydi. Kim karşı gelebilirdi ki, biliyordu ki annesi bile bakmazdı yüzüne artık, yaşadığı sürece bu halktan kimsenin gözü gözüne değmeyecekti. Kalktı ormanın içine doğru yürüdü, koca bir çınarın gövdesindeki oyuğun içine oturdu. Çatırdayan şimşekleri, yağmuru ve yağmurda yıkanan kararmış ormanı, toprağı şiddetle döven damlaları seyre daldı. Artık tek başınaydı.
Ben Tanbora:
Kardeşim Yeldar’la birlikte direnişçilerin içindeyiz. 1863 yılının sonuna geldik ama herkesin morali bozuk, bizim heyet çarın huzuruna çıkmış ama bir anlaşmaya varamamışlar. Görünen o ki, hiçbir zaman onlara boyun eğmeyeceğimizi iyice anladılar ve bizi yok etmeye kararlılar. Hazır Zazine’ye yakınken gidip onun durumuna bir bakalım diye düşünüyorum. Zazine henüz kocasının öldüğünden habersiz. Onu ve yeğenlerimizi de görmüş oluruz diyerek kardeşim Yeldar’la üç günlüğüne dağdan ayrılırken havanın kararmasını bekledik. Savaşçı olduğumuz anlaşılmasın diye kıyafetlerimizi değiştirdik. Şharxonlarımızın (başlık) uzun ucuyla yüzümüzü de ustaca örttükten sonra yola çıktığımızda göz gözü görmüyordu. Ancak bu ormanı avucumun içi gibi biliyordum. Uzun süredir zor koşullarda savaştığım için buralarda yönümü bulmak artık çocuk oyuncağıydı. Güvenlik açısından ormanın kenarındaki yolu tercih etmemiştim. Yol, Drand Ormanının içinden denize doğru iniyor ve kıyıdan Sohum’a kadar gidiyordu. Bu yolun bir yanı deniz diğer yanı ormandı. Biz yola paralel bir şekilde ormanın içinden ilerliyorduk ancak denizin sesi bize kadar geliyordu. Yol boyu Yeldar’ı koruyan davranışlar göstermemin onu rahatsız ettiğinin farkındaydım ama ben bundan vazgeçemiyordum. Çünkü o henüz on dört yaşında. Ne yazık ki benle birlikte savaşmak zorunda. Rus askerlerine vur kaç yaptığımız zamanlar benim grubuma katılmak istemeyişinden, onu korumaya çalışmamdan rahatsız olduğunu anlıyorum. Bu konu arkadaşlarımız arasında da espri konusu oluyor. Ancak geleneksel terbiye sistemimizde büyüğün sözü ve emri Tanrı sözünün yarısı hükmündedir derler, bu yüzden Yeldar hep susuyor ve hiçbir şekilde bana tavır ve davranışlarında saygısızlık etmiyordu.
(Devam edecek)