Girit’in Gizemli Uygarlığı (1)

0
657

Girit’teki Gizemli Uygarlık
Zamanımızdan yüz yıl kadar önce İngiliz arkeolog Arthur Evans, Girit’teki Knossos sarayını kazmaya başladığında, Girit’te büyük bir uygarlığın yaşamış olduğunu kimse bilmiyor, ancak çok eski Ege mitoslarında Girit’ten gizemli bir ülke olarak söz ediliyordu.
Mitoslarda anlatıldığına göre, denizin ortasındaki bu büyülü ülkede Ege Denizi’ne egemen olan Minos adlı bir kral yaşamıştı. Girit kralı Minos’un eşi Pasiphae, Kolkhisli güneş tanrı Helios’un kızı, önceleri Ege’deki Korinth kentinde kralken krallığını bırakarak Kafkasya’ya gidip, Kolkhis’te Phasis Nehri’nin üzerindeki Aya kentine kral olan Aietes’in kız kardeşiydi. Akdeniz’den çıkan bir boğaya aşık olan kraliçe Pasiphae, dünya mitoslarındaki en bahtsız ve gizemli kraliçedir. Mitolojiye göre, boğanın aşkından deliye dönen bu bahtsız kraliçe, Dedalus (Daidalos) adlı bir ustaya tahtadan bir inek heykeli yaptırmış ve bu heykelin içine girerek boğayla birleşip Minotoros adlı boğa başlı insan bedenli korkunç bir canlı doğurmuştu. Durumu öğrenen Minos da sarayının altına büyük bir labirent yaptırarak Minotoros’u buraya hapsetmişti. Minotoros, Minos’un her yıl Atina’dan haraç olarak getirttiği genç insanları yiyerek besleniyordu!..
Arthur Evans’ın Knossos Sarayı’na vurduğu kazma, mitoslarda anlatılan bu büyülü dünyayı ortaya çıkardı. Knossos Sarayı’nın altındaki labirent ve labirentte bulunan kırmızı gözlü, boğa başlı, boynuzlu büst, arkaik çağda anlatılan mitosların Girit halkı tarafından bir gerçeklik olarak kabul edildiğini ve yaşatıldığını kanıtlıyor.
Ortaya çıkarılan eserler, mitoslarda anlatılan egzotik yaşamla çok büyük bir uyum içerisinde olduğu için, bu görkemli uygarlığı ortaya çıkaran Arthur Evans da, mitolojideki Minos’un Girit’in gerçek kralı olduğunu kabul etti. Halka da Minoslular adını taktı. Halk, Mısır tabletlerinde “Keftiu” olarak anılıyor, ama gerçek adları bilinmiyor. Daha sonraları adadaki diğer arkaik saraylar da kazıldı ve herkesi şaşırtan sonuçlar elde edildi. Artık bütün dünya Girit’te yaklaşık bir tarihle MÖ 3. bin yıldan itibaren uygarlığın hızla geliştiğini ve MÖ 2000-1400 yılları arasında ise çok büyük bir uygarlığın yaşadığını bilse de yazıları çözümlenemediği için pek çok şey aydınlatılamadı. Bazı yazarlara göre, Giritliler Platon’un sözünü ettiği Atlantis Uygarlığı’nın temsilcileridir. İlkçağda büyük bir deniz imparatorluğu kurmuşlardı ve gemileriyle Amerika kıtasına gidip gelebiliyorlardı.

Yeni Taş Çağında Girit (MÖ 6000-3000)
Bilim adamlarına göre, Girit’te neolitik dönem (yeni taş çağı ya da cilalı taş çağı) öncesinde yerleşim yoktur. Girit’e yerleşen ilk insanlar neolitik dönemde (MÖ 6000 yılları civarında) Anadolu’dan göç etmişlerdir. Bu görüş pek çok belge tarafından doğrulanmakta ve kimse itiraz etmemektedir. Tarım ve hayvancılık yapabilen bu insanlar, önceleri mağaralarda, daha sonraları tarım arazilerinin yakınlarındaki küçük yerleşimlerde yaşamaya başlamışlar, çok erken dönemlerden itibaren Kiklad adalarıyla ilişkiler kurmuşlardı.
Burada bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Alexiou gibi bazı araştırmacılar önceden insanların yaşamadığı bir adada, neolitik dönemde aniden insanların ortaya çıkmasını gayet doğal bir şey olarak kabul ediyor ve bu insanların nereden ve nasıl geldiği konusunda tek bir cümle bile söylemiyorlar. (Alexiou, s. 15) Martin ve Mansel gibi bazı araştırmacılarsa, halkın Anadolu’dan geldiğini kabul etseler de “göç” kelimesini kullanmaktan çekiniyorlar ve bu tavırlarıyla şüphesiz ki hiç istemedikleri halde, gerçeklerin öğütülüp karartıldığı bilinmezlik değirmenine su taşımaktan kurtulamıyorlar. (Martin, s.53; Mansel, s.8).
Bu seçkin araştırmacıların tavrı, arkeoloji dünyasının genel tavrıyla tam bir uyum içerisindedir. Kılı kırk yaran bilimsellik kılıfı altında, “belge yokluğu nedeniyle konuyu açıklayamama” şeklinde sunulsa da, bu tavrın özünde çok sık karşılaştığımız bilenemezcilik vardır. “Önyargı” dediğimiz şey, maalesef bilim dünyasında da bulunabilmekte ve bazı seçkin araştırmacıların da beyinlerini kuşatarak daha verimli çalışmalarını önleyebilmektedir. Eğer bu seçkin araştırmacılar, neolitik dönem insanlarıyla ilgili “açık denize açılabilecek gemi yapamayacakları, bu türden gemileri yönetemeyecekleri, denizde yön tayin edemeyecekleri” gibi bazı önyargılarla hareket etmeselerdi, neolitik halkın Girit’e nasıl geldiği konusunda kendilerine sorular soracaklar, bu soruları araştırmaya başlayacaklar, doğru ya da yanlış hipotezler kuracaklar, sonuçta da Girit’e göç olup olmadığı, göç değilse nasıl gelindiği konusunda bir varsayım geliştirecekler, böylece birçok bilinmezi bilinir duruma getirecekler ve tarihimizi aydınlatacaklardı. Ancak sözünü ettiğimiz “bilimsel önyargılar”(!) nedeniyle bu konu hiç tartışılmadı, sorun görmezlikten gelindi, daha doğrusu sorunun çözümsüz olduğu peşin olarak kabul edildi. Ancak yine aynı yazarlar, MÖ 3. bin yılda Girit’te görülen ani gelişmeyi Anadolu’daki Kar halkından bir grubun Girit’e göçü olarak açıklamaktadırlar. (Alexiou, s. 19; Mansel, s. 49) Oysa bu iki dönem arasındaki tek fark zaman farkıdır. Yazarlar her iki dönemdeki gemi teknolojisi ya da denizde yön tayinin yapılıp yapılamadığına ilişkin somut bir belgeye sahip değillerdir.
O zaman sormak zorundayız: Gemi yapımı ve denizde yön tayin edebilme konusunda hiçbir maddi kanıt bulunmadığı halde, 3. bin yılda, Anadolu’dan Girit’e giden gemileri görebiliyor ve bunun adını doğru bir şekilde “göç” olarak adlandırıyorsunuz da, 6. bin yılda Girit’te yaşayan insanların da bir yerlerden buraya göç ettiğini neden söyleyemiyorsunuz? 6. bin yılda Girit’e gelen insanlar Sümerli Enki ya da Babilli Oannes gibi yarı balık yarı insan olmadıklarına ve uzaydan da gelmediklerine göre, nereden ve nasıl geldiler? Bu olay neden açık bir şekilde “göç” olarak adlandırılmıyor? Bu olay göç değilse nedir? Bu olayı tesadüf olarak açıklamak mümkün müdür?
Bilim bu soruları sormak ve aydınlatmak zorunda değil midir? Bu soruların üstü kapatılarak, görmezlikten gelinerek bilim yapılabilir mi? Bu soruları sormak, aydınlatmak için hipotezler kurmak, varsayımlar ileri sürmek, bilim adamlarının görevi değilse kimin görevidir?

Yeni Taş Çağı’nda Anadolu’dan Girit’e Göç
Girit’e göç eden Cilalı Taş Dönemi (Neolitik Dönem) halkı belki on kişilik bir aileydi, belki yüz kişilik bir aile topluluğu ya da daha kalabalık bir grup, bunları hiçbir zaman bilemeyeceğiz, ama bilemediklerimizin hepsi bu kadardır ve bunların da fazla bir önemi yoktur. Konunun özünde ise Anadolu’da yaşayan insanların, zamanımızdan sekiz bin yıl önce Girit’e göç etmiş olmaları bulunmaktadır. Bunun göç olduğunun açıkça kabul edilmesi, göç kabul edilmiyorsa, niçin kabul edilmediğinin ve bu insanların adaya nasıl geldiklerinin mantıklı biçimde açıklanması gerekmektedir. Bunu açıklamak araştırmacıların görevidir ve bu görev yerine getirilmedikçe, bir şeyler karanlıkta kalmaya devam edecektir.
Bilim dünyasının yanlış bulduğumuz görüşleri üzerinde yeterince durduğumuzdan, onu bir yana bırakıp doğru olduğunu düşündüğümüz göç tezini tartışmamız gerekmektedir. Aslında burada söz konusu olan karasal bir ülkeden denizin ortasındaki bir adaya göçtür ve bazı şartları yerine getiremediğinde böyle bir göçü gerçekleştirilebilmesi mümkün değildir.

Peki, nedir bu şartlar?
Birincisi, denizin ortasındaki bir adaya göç edebilmek için gemi yapacak bilgi ve teknolojiye sahip olmak zorundasınız. İkincisi, yaptığınız gemiyi yönetecek tecrübe ve bilgiye sahip olmalısınız. Üçüncüsü, denizde gece ve gündüz şaşırmadan yolunuzu tayin edebilecek bilgi ve teknolojiyle donatılmış olmalısınız. Dördüncüsü, gideceğiniz yeri önceden görmemiş ya da bilmiyorsanız, hedef belirlemeniz ve yön tayin edebilmeniz mümkün değildir.
Yukarıdaki şartlardan herhangi birinin eksikliği durumunda göç gerçekleşemez. Göç bu şartlarla gerçekleşebileceğinden, Girit’e ulaşan ilk insanların buraya nasıl geldiklerinin bilinemediğini söylemek bir olguyu belirtmek değil, göçün karakterini anlayamamak, göç ile göçü oluşturan şartlar arasındaki bağı koparmak, dolayısıyla eldeki belgeleri doğru değerlendirememek ya da çarpıtmak anlamına gelmektedir. Göçün anlamını çözmek için çaba göstermeyen, bu olguyla ilgili gerekli soruları sorup düşünmeyen, şartlarını analiz etmeyen, bunları yaptıktan sonra da bulgularını sınıflayıp sentezlemeyen bir yazar görevini gerektiği gibi yapmayan biridir. Bu türden bir yazar, olayları ve olguları anlayıp açıklamak için gerekli bilimsel çabayı göstermediğinden nesnel bir gerçeklik olan göç olayı da, onun aklının sınırlarını zorlamakta, aklına gelen sorular ve bunlara verilebilecek mantıklı cevaplar onu şaşırtmakta; Cilalı Taş Çağı Anadolu insanlarının açık denize açılabilecek gemiler yaptığını, denizde yön bulabildiğini ikrar ederek, tarihteki bütün bilgileri alt-üst etmekten çekinmekte, bu nedenlerle göç gerçekliğini kabul etse de, nasıl gerçekleştirildiğinin bilinmediğini söyleyerek, bazı gerçekliklerin üstünü örtüp işin içinden sıyrılmaya çalışmaktadır.
Oysa zamanımızdan sekiz bin yıl önce, Anadolu’dan Girit’e yapılan göç bir gerçeklik olarak ortadadır. Bu gerçekliği, özünü oluşturan unsurlardan soyutlamadan düşünmek ve değerlendirmek durumundayız. Böyle değerlendirdiğimizde de şu çıkarımları yapıyoruz:
1- MÖ 6. bin yılda Anadolu’da yaşayan insanlar açık denizlerde yol alabilecek gemiler yapabiliyorlardı.
2- Bu çağda yaşayan insanlar (Neolitik Çağ ya da Cilalı Taş Çağı) bir gemiyi açık denizde yönetebilecek yeteneğe, tecrübe ve bilgiye sahip durumdaydılar.
3- Bu çağ Anadolu insanları denizde yön tayin edebilecek ve denizde önceden belirledikleri bir hedefe şaşırmadan gidebilecek durumdaydılar.
Aslında bilim dünyasında kabul edilen bazı görüşler de göç varsayımıyla tam olarak örtüşmektedir. Kurt Bittel Çatahöyük halkının Kıbrıs’la ticaret yapabildiğini kabul ediyordu. Doğu Akdeniz halkının MÖ 7. binde Kıbrıs’a ulaştığı genel kabul görmektedir. Neolitik Devrim’in 7. bin yıldan itibaren Anadolu üzerinden Kiklatlara ve Mora yarımadasına geçtiği kabul edilen bir görüştür. (Uhlıg, s. 51-68 )
Son olarak, mitologların göç varsayımını duraklamasız kabul ettiklerini belirtelim.
Sonuç olarak, Anadolu insanlarının MÖ 6. bin yıllarda Girit’e göç edebilecek teknolojik bilgiye sahip olduğunu, göçün gerçekleşmesinin de bunu kanıtladığını güvenle söyleyebiliriz.

Kaynakça
1. Arif Müfid Mansel, Ege ve Yunan Tarihi, Ankara,1988
2. Charles Freeman, Mısır, Yunan ve Roma (Antik Akdeniz Uygarlıkları), Ankara,
3. Helmut Uhlig, Avrupa’nın Anası Anadolu, İstanbul, 2001
4. Stylianos Alexiou, Minos Uygarlığı, İstanbul, 1991
5. Thomas R.Martin, Eski Yunan (Tarihöncesinden Helenistik Çağ’a), İstanbul, 2012

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz