“Bilmediğin bir toprakta, bilmediğin bir dili anlayamamaktır sürgün. Sonra o heybende getirdiğin dilini toprağa gömmek, unutmaktır. Kendi dilinde şarkı söyleyemez olmaktır! Kendi dilinde hayal kuramamaktır! Kendi dilinde acını haykıramamaktır! Sürgün, bir sürgün için ağaç filizi değildir.
Sürgün, bir sürgün için ölmediğine şükredememektir.
Karışmaktır sürgün, karışmak ama ait olamamaktır. “Bu benimdir!” diyerek hiçbir şeye canı pahasına sahip çıkamamaktır. Hiçbir şeye! Evine, ekip biçtiği tarlasına, kapısındaki hayvana, hatta en sevdiğine ve hatta sana ait olan o yaşama… Hep bir eliyle sıkı sıkı tutmaktır sahip olduğunu, diğer eliyle bırakmaktır semazenlerin gökten aldığını yere veren dansıyla…” diyor Ayça Atçı “Kâğıttan Gemiler” kitabında ve romanın kahramanı Tuna, Nalçik’e ayak basıyor:
“… Çıplak ayakla toprağa değdiğim an ayaklarımdan yukarı doğru alev aldım kuru bir dal parçası gibi. …
Bırak kendini Tuna, bırak. Bunca zaman sıktığın, içinde biriktirdiğin varınla, yoğunla bırak kendini toprağa. Sımsıkı kavrasın köklerin toprağını, sökemesin bir daha kimse seni buradan. Ağaç ol Tuna! Aç kollarını, parmak uçlarından sürgün versin yeni fidanlar; yaprağa, çiçeğe dursun saçların, ağaç ol Tuna.
… Bütün Nartları çağır şimdi! Tuna geldi, de. Tuna ana yurduna geldi. Tuna bu dağa, gökyüzüne, toprağa, başına değen bulutlara karışmaya geldi, de. Ağzında buruk bir pas tadı bırakan o çeşmenin demirli suyu, şelalenin bitmeyen yokuşu, Gilahsteney’in savaştan yorulup dinlenmeye durmuş tankı olmak için geldi, de.
Seteney, T’lepş, Sosrique, Nesren, Wezırmes; ben geldim, ben! Kızınız Tuna!
… Atlar öldü baba, kâğıt gemiler yırtıldı. Suyun yüzünü kapladı koynumuzda sakladıklarımız. Onlar bizi ceset sandılar, oysa ölen koca bir halktı. Atlar öldü baba, masallar bitti ve ben, az önce bu Kafdağı ağıtını yazarken büyüdüm.”
Nıbjoğu Kitap Okuma Grubumuzun konuğu, Yazar Ayça Atçı’ydı. Dolu dolu iki gün geçirdik. Bir arada olmaktan mutluyduk ama toplantıya hüzün ve gözyaşı damgasını vurdu. Nedenini yukarıda kitaptan yaptığım alıntıları okurken anlamışsınızdır.
Ayça biraz mahcup, kendi yazdığına ağlayan kim var benden başka demişti. “Güneşten Kan Damlıyor” adlı öykümü yazarken ben de aynen onun gibi ağlayarak yazmıştım. Demek ki üzerinden nesiller geçmesi acıyı hafifletmiyormuş. Öykümü yazmaya oturduğumda içimden dökülerek yazdığım aşağıdaki satırlar Jıneps’te yayınlandı, ancak tekrar paylaşmak istiyorum.
Havada “ağlatan kâfe”nin ezgisi, ağır yükleri altında çatırdayarak hareketlenen gemi ve takalar birer ikişer Karadeniz’in kara sularına açılırken, Kafkas sıradağlarından, binlerce Çerkes, mezarlarından üçer beşer, doğruldu. Dağın dorukları ölen Kafkas halklarıyla doldu. Büyük bir ormanı andıran ölüler, dimdik oturdukları Şağdi ve Huarelerinin (Çerkes atları) sırtında, dağların eteklerine doğru akmaya başladılar. Aynı hızla kıyıya vardılar. Gemilerde vatanlarını terke zorlanan perişan halklarının aksine, dimdiktiler. Her bir yiğit Çerkeskalarını ve siyah uzun deri çizmelerini giyerek, şharxonlarını (başlık) başlarına geçirip, yamçıları sırtlarında, yas töreni birliklerini andıran bir ihtişamla kıyıya dizildiler ve sürgüne giden soydaşları dönene kadar orada beklemeye koyuldular.
Evet, Kafkasya’da; Tuna’nın kuru bir dal parçası gibi alev aldığı o topraklarda, geri dönüşümüzü bekleyenler var.
Sayı: 2019 05
Yayınlanma Tarihi: 2019-05-01 00:00:00