Hayırdır inşallah!

0
1239

Bir rüya gördüm. Onu anlatacağım size!

Ter içindeydim uyandığımda. Hani hepimize olmuştur. Birkaç saniye alır rüyadan dünyaya geçişimiz. Sağımıza solumuza bakınırız, sonra derin bir iç çeker “Neyse ki rüyaymış, hayırdır inşallah!” deriz.

Öyle bir rüya işte!

Benim âdetimdir, böyle bir rüya gördüğümde sol tarafıma üç kere “Tü tü tü” yaparım. Anneannemden öğrenmiştim. “Unutursun rüyayı” demişti. Her zaman işe yarardı.

Hiç görmediğim bir yerdeydim. Üşüyordum…

Dağlar, dağlar, beyaz kalpaklı, yemyeşil yamçılı dağlar, dereler, pırıl pırıl. Burada genellikle bulanıktır ya, öyle değil, çakıl taşları oynaşıyor içinde, büyük balıkların ardına düşmüş küçük balıklar. Öyle dereler!

Ve geniş bir orman! Ormanda bilmediğim ağaçlar da tanıdıklarım da vardı. Duymadığım güzel bir şarkı mırıldanıyorlardı.

“Neredeyim acaba?” diye biraz ürkek ve şaşkın dolanırken birden,

Bir atlı çıkıverdi karşıma ormanın derinliklerinden.

Simsiyah bir at, hiç lekesi yok, muhteşem!

Dizginleri heybetli bir adamın ellerinde!

Yıldırım hızıyla geldi, önümü kesti, durdu ben kaç-maya yeltenmişken.

İnmedi atın üzerindeki adam, ben öylece kala kaldım. Davudi bir sesle “Hoş geldin!” dedi. O konuşuyordu, ama ses dağların ardından gelir gibiydi ya da ormanın derinliklerinde gök gürlüyordu.

Korktum!

Galiba “Kimsin?” diye sordum.

“Ben dedenim senin!” dedi hiddetle belki de sevgiyle. Onu da tam anlayamadım.

Ama biraz geçti korkum rahatladım.

“Bu da atım Şıble, nice baskındaki, nice savaştaki yoldaşım!”

At şaha kalktı, selamladı…

Bir sesleniş duydum asırlık bir ağacın dallarının arasından, bilge baykuş diyeceğim ama hava aydınlıktı.

Başka bir dil konuşuyordu dedem, fakat anlıyordum ben. Olur ya rüyalarda böyle şeyler.

İndi Şıble’den, yeşilliklere saldı, kanatlanıp gitti at, dedem bana yaklaştı. Hayret! Neredeyse benimle aynı yaştaydı.

Uzattı elini, ben de uzattım, öyle bir sıktı ki canım çok yandı. Bir şey söyleyecek oldum, açamadım ağzımı.

“Sus!” dedi “Sus ve gözlerime bak!”

Susmaya ne hacet? Konuşamıyordum zaten, öylece gözlerinin içine bakıyordum.

İki öfkeli yıldız oturmuştu sanki dedemin gözlerine. Üzerimizden bir güvercin bir de kartal geçti. Garipti! Kaçan kartalı   kovalayan güvercindi.

Dedem dedi ki;

Çok sözüm var sana, biliyorum nafile ne desem!

Ama sen,

Bir ucubeye dönüşmüşken,

Ve pek de memnunken bu zavallı halinden,

Bilesin ki uykumuz haram oluyor,

Bizi her anışında…

Beyaz kalpaklı, yeşil yamçılı dağlardan kopan rüzgârla salınan ağaçlar yeni bir şarkıya başladı. Biliyordum bu şarkıyı. Mezitha’ya sesleniyorlardı.

Bir ıslık çaldı. Şıble koştu geldi, yine şaha kalktı. Atladı dedem üzerine. Bana şöyle bir göz attı, mütereddit, şefkat ile azar karışık bir bakış, bocaladım.

Şimşek çakmış gibi daldı ormanın derinliklerine. Ağaçların şarkısı sustu aniden ve ben kan ter içinde uyandım.

Sağıma soluma bakındım, kendime geldim;

“Oh!” dedim “Neyse ki rüyaymış!”

Sağıma döndüm “tü tü tü” yaptım, ama bu rüyayı unutmadım. Hayırdır inşallah!

İki gün ya geçti ya geçmedi bir de kâbus gördüm bu rüyanın arkasından. Bu aralar çok rüya görür oldum nedense?

İnsanlar bir çayırda toplanmışlar. Çayırın bitimi orman!

Düğün gibi bir şey var galiba ya da piknik tam anlayamadım onu.

Aniden, ormandan keçi ayaklı, ateş gözlü askerler çıkıp, çayırda toplananların üzerine hücum ediyorlar. Ama yürümüyorlar, şimşek çakıyor, şimşeğin içinden fırlıyorlar, rüzgâra binip de geliyor bazıları.

Toplanan kalabalığın arasından onlarca yağız delikanlı ellerine geçirdikleri mızraklarla savuşturmaya çalışıyorlar bu saldırıları. İçlerinden bazılarının ayaklarına ilişiyor gözüm, saldıran askerler gibi keçi ayağı.

Karşı koyuyor delikanlılar, lâkin her mızrak darbesiyle tuz buz olan askerler, birken bin olup yeniden geliyorlar.

Derken, ikişer kadın yakalıyor ateş gözlü, keçi ayaklı düşmanları savuşturmaya çalışan delikanlıların her birini. Birisi zoraki ağzını açarken, diğeri haluj tıkıştırıyor.

Delikanlılar kadınlardan kurtulup kaçarlarken, pşınawo kafe çalarken ve bir zurna eşlik ederken kendisine, maskeli genç kızlar yetişip çekiştirmeye başlıyorlar bu sefer.

Kundaktaki bebekler ayaklanmışlar, tahta çalıp deju yapıyorlar. Yüzleri olmayan iki erkek bir kadın önlerinde Roman havası oynarken, bir kız çığlık çığlığa koşarak geçiyor yanlarından, peşinde zangoç gibi kambur ve sanırım sarıklı bir adam.

O esnada kasım kasım kasılan astragan kalpaklı bir cüce çıkmış kürsüye, incecik sesiyle ve hararetle bir şeyler anlatıyor, onlarca cüce alkışlar ve tezahüratlarla tepiniyorlar.

Dedeler nineler fırlatıp bastonlarını, elleriyle kapatıp kulaklarını, feryat figan kaçışıyorlar.

Yine şimşekler çakıyor, içinden keçi ayaklı, ateş gözlü askerler çıkıyor. Tam bir hengâme!

Ağaçlar bozlak söyleyerek uygun adım yürümeye başladıklarında uyandım.

Allah hayra tebdil eylesin!

Önceki İçerikRoma harabelerinde Çerkes dansları
Sonraki İçerikХэкум И Макъ – Anavatanın Sesi – Eylül 2019
Süha Baytekin
1965 Almanya doğumlu. Baba İstanbul, anne Eskişehirli. Haydarpaşa Lisesi ve Marmara Üniversitesi Uluslararası İşletmecilik mezunu. Yüksek lisansını ve doktorasını İstanbul Üniversitesi Uluslararası İşletmecilik'te yaptı. Koç Holding ile başlayıp sayısız firmada yöneticilik, Hamoğlu Holding ile sonlanan, pazarlama, iletişim kordinatörlüğü... Şu anda emekli. Uzun yıllardır sosyal medya ve çeşitli mecralarda yazarlık... 5.000 fotoğraflık eski Çerkes fotoğrafları arşivi var. Kitapları: "Diasporada Çerkes Olmak", "Çerkes Sürgünnamesi", "Kutsal Ay’ın Kızları-1". Basılacak Kitapları: "Kutsal Ay'ın Kızları-2", "Kutsal Güneşin Çocukları", "Diasporik Hikayeler". Medeni durum: Bekâr.