Hafızamda Kalanlar – Neydi o? – Temmuz 2021

0
564

Bazen anlamlandıramadığımız olaylar yaşarız. O güne kadar edindiğimiz tecrübeler, ilgi alanlarımız, yaşama bakışımız ve bilinç düzeyimizle yaşadığımız olayı yorumlamaya çalışırız.

Kimi ‘epigenetik faktör’, diğeri ‘doğaüstü olay’, bir başkası ‘tesadüf’ ile açıklamayı dener. Ama genellikle en yakınlarımızla bile paylaşmayı düşünmez, kendimize saklar, ‘Neydi o?’ sorusuyla baş başa kalırız.

Ben de 2015 yılında ziyaret ettiğim Abhazya Cumhuriyeti’nin Sohum ve Kabardey Balkar Cumhuriyeti’nin Nalçik kentlerinde aynı yaz mevsiminde, anlamlandıramadığım için tesadüf diyerek yorumladığım, belki birkaç kişi dışında kimseyle paylaşmadığım iki olay yaşadım.

Abhazya, çok değer verdiğim birinin, babaannemin atalarının yüzyıllar öncesinde yaşadığı bölgedir. Ailesinin, Anadolu’ya gelmek üzere ayrıldığı Karaçay-Çerkesk bölgesinden daha önce yaşadığı, asıl köklerinin bağlı olduğu yer bugünkü Abhazya topraklarıdır.

Ben sık rüya görmem, gördüğüm rüyaları pek hatırlamam. Etkilenip hatırladığım rüyaların sayısı birkaçı geçmez. Gördüğümü hatırladığım en eski rüya ise, o yıllarda oturduğumuz evimizi referans alarak, tahminime göre 3-4 yaşlarımda gördüğüm bir rüyadır.

Hiç sinemaya gitmemişken, henüz televizyonumuz yokken, mağara imgesi beynimde nasıl yer etmişti bilemiyorum ama ailece bir mağaranın içindeydik.

Mağarada duvarlara yaslanarak veya yürünmesi zor, dar köprülerden geçerek ilerlemeye çalışıyorduk. Benim elimi babam tutuyordu, annem ve halam da abilerimin elini tutmuştu. Babaannemi ise karşıdan görüyordum. Mağaranın duvarına sırtını vermiş, dar bir zeminde ilerlemeye, karşımızdaki düz alana geçmeye çalışıyordu. Yaşlı olduğu için geçmeyi başaramayacağından, uçuruma düşeceğinden korktuğumu ve “Babaannemin elinden kimse tutmuyor” diye ağlayarak uyandığımı hatırlıyorum.

2015’teki ziyaretimiz sırasında Abhazya’nın turistik mekânlarından birine, ünlü Novi Afon Mağarası’na gittik. Mağaranın dışından içeride belli bir noktaya kadar trenle ulaştık. O güne kadar gördüğüm en görkemli mağaraydı. Özellikle Göç Yolu diye adlandırılan tahta, uzun köprüden karşıya, salonda çalınan “Göç Ağıdı” eşliğinde geçmek çok ama çok dokunaklıydı. Göç yolunu simgeleyen tahta, uzun köprünün etkileyici görüntüsünden ve geniş mağara salonunda yankılanan ağıdın yarattığı hüzünlü atmosferden etkilenenler sadece bizler değildik. Yanımızdan geçen herkesin, Rus turistlerin de gözleri nemliydi.

Kendi yaşadığım duygu yoğunluğunu anlatmam ise hiç kolay değil. Çünkü ben babaannemin memleketinde ve çok yıllar önce onun için endişelendiğim tanıdık mekânın içindeydim.

Bugün geriye baktığımda o tanıdıklık hissini açıklayamıyorum, sadece ‘Neydi o?’ diyebiliyorum.

Anlamlandıramadığım ikinci olayı ise aynı yaz, Nalçik’te yaşadım. Nalçik, hem annemin hem de babamın baba sülalelerinin bir zamanlar yaşadıkları Kabardey Bölgesi’nin bugünkü başkentidir.

Annemin ailesi Anadolu’ya Çerkes Sürgünü’nün simge tarihi 1864 yılı civarında gelmiştir. Ancak babamın ailesinden Anadolu’ya gelen tek kişi, daha yakın bir tarihte, Bolşevik İhtilali döneminde yaşananlar nedeniyle 1920’de gelen babamın babasıdır.

Dedem, Bolşeviklere karşı Beyaz Ordu tarafında yer almış, savaşın bir noktasında birkaç arkadaşıyla birlikte gemiyle İstanbul’a gelmiştir. Belki bir zaman sonra çatışmaların alevinin söneceğini düşünerek, belki bir süreliğine izlerini kaybettirmek, belki de bir şekilde yardım almak için, geri dönmek üzere geldiklerini anlatılanlardan biliyoruz.

Ancak olaylar onların düşündüğü gibi ilerlemiyor, Bolşevizm yanlıları kazanan taraf oluyor ve dedemin geri dönmek için denediği her yol sonuçsuz kalıyor. Geldikten uzun yıllar sonra, yeniden bir yuva kuruyor, ancak ölene kadar bir gün dönüş yolunun açılacağı ve ailesiyle birlikte vatana geri döneceği umudunu taşıyor. Bir süre sonra, Sovyet rejiminin iyice yerleşmesi, oradan yeni gelen insan akımının artık kesilmesi, haberleşme olanaklarının bulunmayışı nedeniyle, memleketiyle bağlantı tamamen kopuyor, ne haber alabiliyor ne de dönebiliyor.

Biz torunları olarak, dedemizi görmedik ama onunla ilgili anlatılan her anıda, memleket hasretinin izlerini hep hissederdik. Belki yağmuru ben de çok sevdiğim içindir, son yıllarında söylediği bir cümle aklımdan hiç çıkmaz:

“Ölmeden önce tek istediğim, köyümde yağan yağmurun sesini bir kere daha dinleyebilmek…”

Ben dedemin köyü Mısostey’e (bugünkü adıyla Urvan) gittim. Dedemin evinin bulunduğu, bugün üzerinde çocuk yuvası olan alanı gördüm, birkaç Mısostey sakiniyle tanıştım. Gün boyunca elbette çok duygulu anlar yaşadım.

Bir ara, dedemin çocukken koşturduğu toprakta tek başıma yürümek, geçmişimle baş başa kalmak istedim ve yanımdakilerden izin isteyerek yanlarından ayrıldım.

Henüz birkaç adım atmışken aniden yağmur yağmaya başladı.

Güneşli bir yaz günü, neredeyse ıslatmadan ve bir dakikadan az süre boyunca yağıp kesilen yağmur NEYDİ açıklayamam.

Sadece diliyorum ki; kendisinin hasret kaldığı köyünün yağmur sesini, torununun onu düşünerek dinlediğini bilsin, hasreti son bulmuş, ruhu huzura kavuşmuş olsun…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz