Kuçakıta’nın tozlu yollarında jandarmalar göründüğünde, uzaktan onları gören köylüler, “Bu kara haberciler yine ne diyecekler bakalım” diye söylenmeye başladılar.
Ağustos sıcağının altında ter içinde köylülerin yanına gelen jandarmalar, selam verdikten sonra, muhtarı ve Azınba Tahir’in evini sordular. Köylülerin “Hayırdır” demeleri üzerine, kara haberi de verdiler; “Azınba Tahir, Çanakkale’de şehit oldu, onu bildirecektik” dediler.
Köylüler kendi aralarında konu üzerine konuşurlarken thamada’lardan biri, gençlerden birine seslenerek, jandarmaları muhtarın yanına götürmesini söyledi. Muhtarı bulan jandarmalar, birlikte, Azınba Tahir’in evine doğru yola koyuldular.
Kuçakıta, güneşi unuttu, aydınlığa küstü, kara elbiselere büründü. Akrabalar, cümle dostlar, köy ahalisi, çevre köylüler, günlerce, Azınba Tahir’in gorasına, matem elbiseleri ile doluştular, her hane sırayla sabah, öğle, akşam yemek taşıdı, hem yaslı aile hem taziye ziyaretine gelen gidenler doyuruldu, uzak yoldan gelenleri köylüler hanelere paylaşarak ağırladılar.
Elbette yas bitmeyecek, daha uzun günler sürecekti…
Zamanla gelen gidenler azaldı. Gün geldi, Sima kadın biricik oğlu Kamil ile tek başına kaldı. Tek tesellisi oğluna sarılıp, sarılıp, gözyaşlarını içine akıtmaktı.
Günler öylece akıp geçti…
Ana oğul, küçücük köylerindeki kendi kocaman dünyalarında sessizce yaşayıp gittiler.
Bir gün, Sima kadın köy içinde oğlunu aramaya koyuldu. Kime sorsa bilgileri yoktu. Sonunda kasaba yolunda oturanlardan biri, sabah erkenden kasaba yolunda, şehre giderken gördüğünü söyledi. Sima kadının içini bir korku sardı. Kamil, her ne kadar gidip geldi ise de çocuktu, tecrübesizdi. Ana yüreği, her dem çocukları için tedirgin, daima kanatlarını onu korumaya açık, her sorununa, isteğine titizlenirdi. Sima kadın da öyle yaptı, kurgularını kendi iç dünyasında ha bire döndüre kondura kaldıra evinin yolunu tuttu. Gözü hep goranın giriş kapısındaydı. Kalbi her daim, ha geldi ha gelecek diye pırpır ederek, bahçe giriş kapısına bakıp durdu.
Hava kararıp yatsı ezanı okunurken, Kamil bahçe kapısından içeri giriyordu. Sima kadının yüreği ferahladı, uzun bir iç çekerek, tüm sıkıntı, düşünce ve kurgularını, nefesi ile beraber havaya saldı. Oğlunu incitmeden, sorguya çekme isteğini gizleyerek, nerelerde, neler yaptığını sordu. Kamil kısaca yanıtladı; “Kasabaya gittim, dolaşım anne, sıkılmıştım, biraz dolaştım geldim” dedi.
Sima kadın fazla üstelemedi, “İyi yaptın güzel oğlum” deyip konuyu kapattı.
Ana oğul elbirliği ile sofrayı kurup oturdular. Karınlarını doyurduktan sonra odalarına çekilerek, ertesi günün işlerine uyanmak üzere yattılar.
Günler böyle geçip giderken Kamil’in köyden kaybolmaları sıklaşmıştı. Sıklaştıkça Sima kadının huzursuzluğu da artıyordu.
Kamil sıkça kasabaya gidiyor, Sima kadının yüreğindeki sıkıntılar artıyordu.
Ne vardı? Niye, hemen her Allah’ın günü, bu genç çocuk kasabaya iniyordu?
Soruyor cevap alamıyordu. Verilen cevap hep aynıydı: “Kasabaya gittim, dolaşım.”
Sima kadın sonunda bu bilmeceyi çözmek için ne gerekiyorsa yapmaya karar verdi.
Bir sabah, Kamil köyden kasabaya yollandıktan sonra o da akrabalarından bir genci yanına alarak kasabaya vardı. Gidilebilecek kahve, dükkân, pazar, çerçi tüm yerlere baktılar. Sonunda onu askerlik şubesi önünde sıra olmuş gençler arasında gördüler. Ona görünmeden bir köşede beklediler. Sıra kendine gelince içeriye girmeye çalışan Kamil’i asker almadı. Kamil süt dökmüş kedi gibi başını eğip kasabanın sokaklarından birine saparak gözden kayboldu.
Sima kadın askerlik şubesine yöneldi. Kapıdaki askere komutanla görüşmek istediğini söyledi. Asker içeriye danıştıktan sonra Sima kadını komutana götürdü. Kendini tanıtarak, oğlunu burada gördüğünü, içeri almadıklarını, oğlunun ne istediğini sordu. Komutan babacan bir sesle “Sima kadın, senin oğlun şehit düşen babasının intikamını almak için asker olmak istiyor. Daha yaşı 16, üstelik tek erkek evlat, babası da şehit, ne kadar almıyorum desem de dinlemiyor. Her gün gelip sıraya giriyor. Artık içeri de almıyoruz. Sen merak etme Sima bacı, gönlünü ferah tut” dedi.
Sima kadın tüm dertlerinden kurtulmuş, rahatlamış, oğlunun sorununu nihayet öğrenmişti. Geldiği yoldan iç huzuru ile köye geri döndü.
Kamil, 1920 sonlarına kadar bu rutin günlük uğraşısından asla vazgeçmedi. 1920’de yaşı askerliğe uygun hale gelmiş, o sırada düzenli ordu kuruluşu da başlamıştı. Kamil’lere ihtiyaç vardı. Sonunda askerlik şubesi komutanı, 1917’den 1920’ye kadar usanmadan kapısını aşındıran bu gence sülüsünü verdi.
Kamil sevinçten havalara uçuyordu. Sevinçle köye gelip annesinin elini öperek sülüsünü gösterdi. Yunan cephesine askerlik yapmaya gidiyordu.
Mutluydu…
Yıllardır bu sıkıntıyı içselleştirmiş olan Sima kadın, acısını içine gömüp oğluna sarılarak, yıllarca dökmediği gözyaşlarını dökerek ağladı…
(Devam edecek)