Kapitalizm ve onun siyasi biçimi olan ulus/devlet hakkında en azından 200 yıldır sayısız analiz yapıldı. Son 50 yıldır da ulus/devlet biçiminin aşılması gerektiğini ya da aşıldığını söyleyen “küreselleşme”, “imparatorluk” gibi tezlerle tartışma devam edegeldi. Bütün bu tartışmalar yapılırken iç savaşlar, ülkeler arasındaki savaşlar, Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde olduğu gibi soykırıma varan savaşlar, emperyalist işgaller hiç eksik olmadı. Diğer yandan Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler gibi “ulus-üstü” kurumlar, üretimin küreselleşmesi ve “ulus-ötesi” “çokuluslu” şirketlerin varlığı üzerinden, savaşların olmadığı bir “dünya devleti” lakırdısı sürdürüldü. Fakat 2008 krizinden beri (belki kriz daha önce başladı ve 2008, krizin semptomlarının görünür olduğu yıldı) artık en azılı savunucuları dahi sanki 50 yıl beynimizi onlar iğfal etmemiş gibi hiç bu tezlerini ağızlarına almıyorlar. Savaşın, hem de dünya savaşının, hem de bütün “savaş hukuku”nu ayaklar altına alacak bir savaşın yüzyılımızın varoluş biçimi olacağını söylemek artık işten bile değil.
Her zaman medeni Batı devletlerinin av sahası olan Afrika’da -öncesi bir tarafa- Tunus’tan başlayarak Cezayir, Mısır, Libya, Suriye ile devam eden emperyalist müdahale NATO 2030 Konsepti ile Ukrayna’da, Avrupa’nın kenarında ama Rusya ve Çin gibi dünya ekonomisinin büyük güçlerini hedef alan bir savaş ilanına vardı. Diplomatik dille ifade edilirse dış politikada revizyonist politikalar yeniden revaçta. ABD ve Rusya arasında nükleer silahlarla ilgili sınırlayıcı anlaşmalar yenilenmiyor. Türkiye, fiilen Suriye topraklarını işgal etmiş durumda ve işgal ettiği yerlere kaymakam, belediye başkanı atıyor. Azerbaycan, nüfusunun tamamına yakını Ermenilerden oluşan Arstak’ı aylarca kuşatma altına alıp sonra da işgal etti, AB, Rusya, ABD vb. onayı ile çok açık savaş suçları işlendiğini videolarda izledik. Şimdi savaş alanı, II. Dünya Savaşı’nın hiç küllenmediği Filistin’de. Artık “Filistin sorunu”nun anlamsız ilan edildiği, İsrail’in kanlı tarihinin temize çekilerek tek meşru devlet sayıldığı ve İsrail’in de kendini bölgede yenilmez kale ilan edip kâh Lübnan’a, kâh Suriye’ye, kâh da İran’a savaş tehditleri savurduğu bir revizyonist anda, Hamas’ın hazırlığı uzun zamandır yapıldığı anlaşılan eylemi ile savaşın cephesi Ortadoğu’da.
Savaş her zaman paylaşım savaşıdır. Dünyanın “yeraltı/yerüstü kaynakları”nın paylaşımı. Toprak paylaşımı. Ama aynı zamanda “insan kaynakları” olarak, toprak kadar, hatta topraktan daha değerli emek gücünün paylaşımı. Ve tabii pazar paylaşımı. Yeryüzünün, paylaşımın savaş alanı halini alması kapitalist üretim ilişkilerinin karakteri. Hatta kapitalizmi anlamanın en kolay ama ağır yolu savaştır. “Savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir” tezi, ters anlamı ile de doğrudur. Savaş kapitalizmin özüdür; bir arıza anı, geçici bir hastalık değildir. Barış zamanları savaşa hazırlık zamanıdır, başka bir şey değil. Savaş zamanı, David Harvey’in neoliberalizm için kullandığı “yaratıcı yıkım”ın tavan yaptığı, hiç ahlaki, hukuki kısıtlamaya maruz kalmadan yıkıcı yaratıcılığın ayyuka çıktığı bir andır. İnsan aklına gelen bütün “şeytanca” fikirlerin, teorilerin denendiği bir an. Bunlar sadece toplama kamplarında İngiliz ya da Alman Nazilerin ya da ABD’li “rambo”ların tutsaklar üzerinde yaptıkları deneyler değildir.
Demiryolu taşımacılığı yerine karayolu taşımacılığına geçiş I. Dünya Savaşı’nın bir yeniliğidir. Ve bu tarihten sonra petrol ile otomotiv sektörü el ele dünyanın gidişatını değiştirdi. 1950’lerde tarımsal üretim artışının arkasındaki teknoloji, II. Dünya Savaşı’ndaki teknolojik gelişmelerin eseridir. Başta DDT gibi “zararlılarla mücadele” ilaçları savaş zamanı icat edilmiş silahlardan biriydi. Ve Rachel Carson gibi birkaç biliminsanının çalışmaları sayesinde DDT gibi “silah”ların toprağı, havayı, insanı ve diğer bütün canlıları nasıl yavaş yavaş öldürdüğünü görmemizi sağladı. Ama bu tabii ki savaşçı şirketleri ve devletleri durdurmadı. Portakal gazı, sarin gazı vb. Vietnam’da ve diğer emperyalist işgallerde kulanıldı.
Bugün hayatımızın vazgeçilmez bir unsuru olan internetin savaş teknolojileri araştırmalarının bir ürünü olduğunu da biliyoruz. Nükleer silah teknolojisinin, nükleer enerji santralı kılıfı altında sürdürüldüğünü ve Ukrayna savaşında nükleer silahların kullanılabileceğinin açıkça ilan edildiğini unutmamak gerekir. AIDS’ten COVID’e kadar salgına neden olan mikropların, virüslerin de savaşın bir aracı olarak kullanıldığını, sadece belli bir insan türü üzerinde etkili olacak şekilde üretilen “biyolojik silahlar”ın bir teknoloji efsanesi olmadığını milyar dolarlık Ar-Ge şirketlerinin raporlarından biliyoruz. Sinemada gökdelenlerle dolmuş şehre kuşbakışı bakmamızı sağlayan (önceden bunu yapmak için helikopter gerekirdi), uçurtma yerine uzaktan kumandalı uçak uçurmamızı, uzaktan kumandalı araba ile oynamamızı sağlayan drone teknolojisinin keyfini çıkarmaya daha alışmamışken SİHA ve İHA’lar ile yürütülen savaşı izler bulduk kendimizi. SİHA’larla uzaktan kumandalı savaş oyunu… “Karanlık fabrika”, yapay zekâ işimizi elimizden alacak mı gibi kara kara düşünürken, Tik-Tok’ta hayranlıkla izlediğimiz yapay zekâlı köpeklerin, yapay zekâlı, kadın biçimli -neden acaba “manken gibi kadın” yapay zekâlı robotlar televizyonlara çıkarılıyor!- robotların da insan öldürdüğü, parçaladığı “sahneler”i de izlememiz pek yakın.
Bütün savaşlarda, karşı karşıya gelen orduların safları halk denilen, ulus-devletin zorla ve hileyle egemenliği altına aldığı insanlardan oluşur. Bu insanların hepsi ya da büyük çoğunluğu hukuki zorunluluk gereği asker olmuştur. Zenginimiz bedel verir, askerimiz fakirdendir… Ve bu yüzden her savaşta ölen insanlar bir istatistikten ibarettir. Egemenlere bu istatistik, üretimi sürdürecek kadar nüfusun sayısını bilebilmek için gereklidir, başka bir şey için değil.
Savaş her zaman doğaya karşı bir savaştır aynı zamanda. Çünkü savaş, en azgın, en akıl almaz derecede yıkımdır. Doğanın ve emeğin en azgın şekilde sömürüsü ile üretilmiş, inşa edilmiş kentlerin, yolların, altyapıların, barajların, fabrikaların, araçların yıkımıdır. Özellikle yıkılır ki, bunların yeniden üretimi sayesinde egemenler kârlarına kâr katabilsinler. Antik Yunan’da zenginlerin hamam sefası yaparken tıka basa yedikten sonra zorla kendilerini kusturup yeniden yemeğe devam ettikleri anlatılır. Savaş, egemenler için böyle bir yemek törenidir işte.
‘Bira Fabrikası’ oyununun ortasında birden seyirciye şu sorulur: Bir savaşta neresi bombalanmaz? Aklınıza muhtemelen hastane, okul gibi yerler geliyor değil mi? Oyunu izlerken bizim de aklımıza bu cevap gelmişti ama yanılmıştık. Bankalar. Evet, bir savaşta sadece bankalar bombalanmaz. Çünkü amaçlanan şey oradadır; para, altın… Bankalar dışında her yer yıkılır, yok edilir. Ve sonra yeniden yeni teknolojilere göre inşa edilir, yeniden eski kârlar kazanılır, bankaların kasaları ve özel kasalar tıka basa dolar… Ama yine doğanın ve emeğin daha inceltilmiş derinlikte sömürüsü ve yeniden üretim yapılırken yıkım yani savaş sürer gider…
İnsanlığın kısırdöngüsü bu şekilde devam ediyor. Bu kısırdöngüden çıkmak mümkün mü bilmiyoruz ama çıkmazsak kıyameti tekrar tekrar yaşayacağımızı kesin olarak biliyoruz.