Bağımsızlık Demokrasi Özgürlük Eşitlik Birlik

Coğrafya ya da kötülük kader mi?

Hani “Coğrafya kaderdir” diye bir laf var ya… Tabii ki öyle bir şey yok… Ya da tabii ki yaşadığımız coğrafyanın, iklimin alışkanlıklarımız ve giyim kuşamımız üzerinde etkisi var ama muhatap olduğumuz, maruz kaldığımız iyilikler ve kötülüklerin coğrafyayla alakası yok.

Eğer öyle olsaydı aynı coğrafyada yaşayan insanların bir kısmı, dünyanın başka coğrafyalarında yaşayan insanların bir kısmıyla benzer bir şekilde inanılmaz lüks ve mutluluk içinde yaşamazdı. Aynı şekilde, her iki coğrafyada bu lüks içinde yaşayan insanların hemen yanı başında yoksulluktan kıvranan insanlar da olmazdı.

Ya da tabii ki mesela Anadolu ve benzeri yerlerde yaşamanın içerdiği özel şartlar hep oldu. Çünkü bu coğrafyanın doğusu ve batısı arasında yaşanan, adına “fetih” denen işgaller ya da “medenileştirme” denen sömürgeleştirme hareketleri, saldırılar, sürgünler, soykırımlar bu topraklarda sayısız yara açtı, izler ve travmalar bıraktı.

Bu travmaların tabii ki yarattığı korkular ve dolayısıyla cemaatleşmeler geçmişten gelip, bugünümüzü zehirlemeye devam ediyor. Ve tabii ki “medeniyetlerin kavşağı” Anadolu aynı zamanda kan ve ölüm konusunda gayya kuyusu gibi bir yer.

Ancak dört bir yanı, tabii ki aynı olmayan, sayısız felaketlere sahne olmuş bir gezegende yaşıyoruz. Bu gezegen, Hitler, Stalin gibi diktatörlerin hüküm sürdüğü ve insanları alıklaştırdığı, kuzeyiyle, güneyiyle Amerika gibi beyaz vahşetinin; din temelli ya da uluslar adına savaş ve katliamların yüzyıllar boyunca sürdüğü “coğrafyalar”dan oluşuyor.

Yani insanların, toplulukların yaşamış olduğu felaketler, kederler, hüzünler bir “coğrafya meselesi” değil.

Yaşadığımız meseleler “coğrafya” değil ama güç ve iktidar mücadelelerinin ve savaşlarının yarattığı sonuçlarla doğrudan ilişkili… Meseleler derken, bu güç ilişkilerinde, geçmiş acıların yaratmış olduğu sosyallikleri ve korkuları kendi lehlerine devşiren, neyi nasıl yaparlarsa insanların tepki vermeyeceklerini bilen ve bu sayede iktidar inşa eden ekonomik, siyasal, kültürel ve hatta “bilimsel” çetelerin ve de bunların iç içe geçip, yarattıkları dehşet ağlarının marifetlerini izliyoruz.

 

“Bebek katilleri”

İsrail, Filistin’de kadın, erkek, çoluk çocuk, bebek ayrımı yapmadan insan öldürüyor. İsrail’de “kötülük” o kadar çok kök salmış ki, nüfusun önemli bir kısmı, bırakın sessiz kalmayı, katliamcı ordularına alkış tutuyor.

Bizdeki “yenidoğan bebekleri” gözlerini kırpmadan öldüren, üstelik bu işi para için yapan yaratıkların içine düştüğü kötülük sarmalının İsrailli soykırım çetelerinin yaptıklarından bir farkı var mı sizce?

Peki, bu adamların bu kadar fütursuzca bu cinayetleri işlemeleri sadece bu coğrafyada yetişen bir “endemik kötülük türü” olmalarından mı kaynaklanıyor? Bu adamların böyle bir cesareti bulmalarında “Sağlıkta devrim yaptık” diyen zevatla bir ilgileri yok mu? Bu kötülük gökten inmedi, topraktan da yetişmedi. Türkiye’nin son 20 yılına damgasını vuran bir iktidar altında üredi bu kötülük. Çünkü bu iktidar zaten kötü işleyen bir sistemi çökertti; sağlık tamamen para meselesine döndü. Hastane patronlarının “sağlık bakanı” olduğu bir iktidar altında, “giderlerse gitsinler” diyerek doktorları insan yerine koymayan bir zihniyeti meşrulaştırdılar. Tıp fakültelerini, pratik anatomi dersi bile görmeyen, muhtemelen “etik sorumluluk” gibi lafları bile duymadan mezun olan, sadece önlükleri beyaz olan birtakım çocukları “mezun eden binalar”a dönüştürdüler.

Hastanelerin para kazanmak için, hastalık teşhisi adına her türlü teknolojik tahlili -bunu sorgulayamayacak olan hastalara- satmak için kurnazlık ve takla attığı bir sağlık rejimi bu… Hastaya, onun bedenine saygı göstermek yerine, onu para kaynağı olarak gören, hastayı ve onun arkasındaki toplumun sigorta sistemini sömüren bir ahlaksızlık yani… Tabii ki, tıp alanını piyasaya çeviren böyle bir sistem, tıp dilinin şimdiye kadar sahip olduğu dokunulmazlığı ve meşruiyeti de yıkıp geçiyor. COVID salgını sırasında, özverileri karşısında gözyaşlarımızı tutamadığımız doktorların olduğu bir tıp dünyası, bugün mutsuz bir ülkede haklı ya da haksız biçimde haksızlığa uğradığını ya da işlerini çeteleşerek çözeceğini düşünen hasta yakınlarının şiddetle sorun çözmeye çalıştığı kaotik bir yapıya dönüştü.

Böyle bir sistemde işlerini iyi yapanlar her türlü denetime maruz kalırken, çeteler ellerini kollarını sallayarak iş yapıyorlar. Kuşkusuz, bakanlarla hatıra fotoğrafı çektiren mafyacıların olduğu bir ülkede çok da anormal değil bu durum…

 

Mutlak kötülük

Her daim mutlu olan küçük bir azınlığın yanı sıra, iktidara yanaşarak maddi refahlarını garantileyen, güçlerini ve mutluluklarını satın alan azınlığın dışında, herkesin mutsuz olduğu bir sistemde, sayısı göz ardı edilemeyecek bir insan grubu, sahip olmadığı tatmin duygusunu kazanmak ya da sahip olduğunu maksimize etmek üzere her şeyi kendine hak görüyor. Hepimize aşağı yukarı ortak olabilecek ve “normallik” duygusu verecek “normlarımız” yok artık. Gündelik hayatta, sıradan insanlık hallerimizde aramızda dolaşan duygusal birlikteliklerimiz, titreşimlerimiz bir kenara, makro düzeyde gördüğümüz, yani siyasal ya da kültürel olarak tanınma mücadelesi verdiğimiz kamusal dünya tam bir çöküş halinde.

İyili kötülü küçük ama açık toplumcuklar ya da kapalı cemaatler halindeyiz. Zaten ne kadar hayat varsa bu toplumcukların ya da toplumcuklar arasında kurulan, kurulma potansiyeli taşıyan titreşimlerde var. Bir bütün olarak toplum falan değiliz. Hadi bu kadar köşeli söylemeyeyim; toplum olma vasıflarımızın çoğunu kaybettik.

Aslında sosyolojinin kurucu babalarından Emile Durkheim’ın anlattığı tipik “anomi” durumundayız. Toplumu düzenleyen, ortak iyiyi anlatma ve ikna etme kapasitesi olan bir kerte, siyaset ya da ideoloji yok. Belli bir zümrenin çıkarlarını korumak adına, kendi düzenlerini dayatan, bunun için insanları manipüle etmeye çabalayan, kendi içindeki fraksiyonların gerilimlerine şahit olduğumuz bir devlet var. Ve kötülüğün çoğu, devletin dehlizlerinde birikmiş iltihaptan ve de kendi paçasını kurtarmak, köşeyi dönmek, ezilmiş kişiliğini tımar etmek için bu devletin çarklarına yağ olmuş insanların zihniyetinden besleniyor.

Bu ortak normalliğin kaktığı durum da bugünün meselesi değil… Böylesine bir anomi haline varmamızın yolunun taşları yıllar içinde teker teker döşendi. İnsan bedenini böylesine kıymetsiz bir nesneye dönüştüren zihniyet her darbede tavan yaptı. Her darbe arasında da egzersizlerine devam etti.

12 Eylül darbesiyle ilgili olan son yazımda üzerinde durmuştum; bugün eğer haksızlıkları görüp, sesini çıkaramayan milyonlarca insan sokağa çıkamıyorsa, bunun sebebi 12 Eylül’ün darbecilerinin devreye soktuğu tarifsiz kaba kuvvet, cinayet ve işkence mekanizmalarında yatıyor büyük ölçüde…

12 Eylül işkencelerini düşünelim, fazla derinleşmeden, çok basit düzeyde bir soru soralım; nasıl bu kadar kötülük olur? İşkencenin binbir türünü denemeye vardıracak kadarne yaptı o devrimci çocuklar? Hepsi 20-25 yaşında genç insanlardı onlar; yüzde 17’si de çocuktu onların!

Geçen günlerde ölen, gayet “ulusalcı” Muazzez İlmiye Çığ ve kardeşinin kurduğu HZİ Vakfı’nın “uzmanları” 12 Eylül darbesinin akabinde, o devrimciler üzerinde her türlü deneyi yaptılar; onlar üzerinde ilaçlar denediler; sonra da onların “aptal” olduklarına dair “bilimsel bulgularını” serdettiler. 12 Eylülcüler, ABD’nin CIA’sından beslendikleri yöntemlerle, hatta bizzat oradan gelen siparişlerle genç bedenler üzerinde hem ilaçları hem de işkencelerini denediler.

Darbe öncesinde, “devleti korumak” ve o devrimcileri temizlemek üzere özel olarak yetiştirilen “yerli ve milli” siyasal kanatlarımız, darbeden sonra da darbecileri yargılamamak için uzun süre ayak dirediler. Toplumun tepesindeki devlet ve o devletle bütünleşmiş koca koca adamlar ve kadınlar, siyasal ideoloji familyaları ve onların çömez taşeronları, utanmadan gencecik çocukların üzerinde tepindiler. Asker üniforması, siyasetçi takım elbisesi, bilim cüppesi taşıyanlar hep birlikte çalıştılar; bugüne getirdiler memleketi. Yani “coğrafyamızı”…

Böyle bir “gelenek” üzerinde işlenen toplumda, tabii ki “protesto etmek” olağanüstü bir farkındalık, çaba, özveri ve cesaret gerektirir. Protesto ve direnme kapasitemizi, ama daha da önemlisi, onurumuzu, zihin ve beden bütünselliğimizi kırmak için yaptılar her şeyi. Sendikaları, öğretmen dayanışma örgütlerini, köylülerin kooperatiflerini de aynı amaca hizmet etmek üzere kapattılar. Şimdilerde hüküm sürenler de aynı minvalde devam ediyorlar; Osman Kavala’yı ve daha pek çok demokrat insanı o yüzden yıllardır içeride tutuyorlar.

 

Ucuz kabadayılar

Adalet için, haksızlıklara karşı protesto bu kadar zorken, 12 Eylül zihniyetiyle üreyenlere göre sokakta küçük çocuklara kabadayılık etmek ise çok kolay.

Mutlak kötülüğün mutlak bir şekilde kendini gösterdiği tavırlar mesela mültecilere karşı devreye giriyor. Örneğin, İstanbul Kadıköy’de, Zafer Partili oldukları (gayet normal!) iddia edilen ırkçı bir grubun, sokak röportajı sırasında Suriyeli çocuklara saldırı girişiminde bulunduğunu gördük geçenlerde. Yani özel bir özveri, cesaret falan gerektirmeyen bir eylem! Olay şöyle: Sokak röportajcısı bir adam Suriyeli mülteci çocuklarla röportaj yapıyor. Hangi vesileyle olduğunu hatırlamıyorum ama bu çocuklardan biri bir ara “Benim babam Suriye’de öldü” diyor. O sırada röportaja müdahale eden Türk gençlerden biri “Senin babanın kemiklerini s….m!” gibi gayet “veciz” ve de “ahlaklı” (!) bir laf ediyor. Suriyeli çocuklar bu hakarete pabuç bırakmıyor. Ve yetim bir küçük çocuğa hakaret etmeyi muhtemelen “delikanlılık” ve “milliyetçilik” zanneden gencin arkadaşı ise “susmayı bilmeyen” Suriyeli çocuklara alenen fiziksel saldırıya girişiyor.

Coğrafyaysa coğrafya! Suriyeli çocuklar da bu coğrafyadan, o çocuklara kahramanlıkları söken yurdum evlatları da bu coğrafyadan! Birileri, Suriye’de babalarını kaybedip, yabancı memleketlere gitmek zorunda kalıp, hayatta kalma mücadelesi veriyor. Diğerleri kötülüğün cisimleşmiş hali olarak o küçük çocuklara saldırıyor.

Son yıllarda oldukça yaratıcı yöntemler eşliğinde, yaşlıları, emeklileri ya da zayıf kesimleri kolay hedef görüp, soyup soğana çeviren ve bu işlerini “milli” spora dönüştüren bir “vatandaş” kitlemiz var. Ama Bianet’in Mezopotamya Ajansı’ndan aktardığı habere göre sayıları giderek artan bu vatandaş kategorisine giren birtakım işyeri sahipleri, mültecilere kiraladıkları mülklerden kolay yoldan para kazanmak üzere çok “akıllı” (!) bir yöntem bulmuşlar. Bu akıllı abiler, mesela mültecilere kiraladıkları mülkler için 6 aylık ya da yıllık peşin kira aldıktan sonra şikâyet ederek onları sınır dışı ettiriyorlarmış! Bunlardan biri, kiracısı olan İranlı bir lokanta işletmecisi kadını şikâyet edip, onun Geri Gönderme Merkezi’ne gönderilmesine sebep olmuş. Hukuk yoluna başvurup bir ay sonra tekrar lokantasına dönen kadına ise bu sefer işyeri sahibi olan adam palayla saldırmış.

Nasıl? Çok akıllıca değil mi? Nasıl olsa mültecileri koruyan kimse yok; ne devlet ne toplum, ne iktidar ne muhalefet partileri… Vurmak serbest yani…

Sonucu duygu sosyolojisinin merceğinden derleyeyim:

Toplumsal olan duygusal olanı besler; ancak duygusal olan da sosyal olanı besler. Yaşadığımız dehşet dünya, duygularımızı olabilecek en kötü biçimde etkiliyor. Ancak bizim, bu kötülük dolu dünya, o dünyanın insanları ve popülist liderleri karşısında bir muhalefet dili olarak “iyilik” dili ve duygusunu geliştirmemiz gerekiyor.

Ferhat Kentel
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

Yazarın Diğer Yazıları

“Özgür” Suriye ve yarattığı “imajlar”

Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi üzerine, Apaçık Radyo’da Waseem Ahmad ile birlikte yaptığımız “Hüsnükabul” programında Türkiye’de yaşayan Suriyeli genç bir mimar olan Üveys (Ouaess) ile...

12 Eylül’le yüzleşmek, 12 Eylülcülüğü aşmak

Bazılarına göre, AKP iktidara geldiğinden beri, yani 2002’den beri ama bana göre yaklaşık 10-15 yıldır Türkiye derin bir devlet krizi yaşıyor. Özellikle 2018’de fiilen...

Neoliberal popülist ahlaksızlığa karşı evrensel ahlak

Biraz sayılarla konuşalım. Türkiye’de asgari ücret civarında maaş alan insanların genel çalışan nüfusa oranı yüzde 55’ten çok. AB ortalamasında bu oran yüzde 10’dan az. Türkiye’ye...

Sosyal Medyalarımız

4,890BeğenenlerBeğen
1,353TakipçilerTakip Et
4,000TakipçilerTakip Et

Son Yazılar

- Advertisement -spot_img