İnsaniyetsizlik

1
3624

Toplumu topyekûn bir ele geçirme ve teslim olmayanı da olabildiğince toplumun marjlarına sıkıştırma stratejisi izleyen bir iktidar yapısı altında, parçalara dönük eleştirilerde bulunmak, olup biten anlamsızlıklar ve despotluklar karşısında rasyonel açıklamalar peşinde koşmak çok anlamlı görünmeyebilir… Ama gene de bir kenara sürekli not düşmekte yarar var; çünkü bu notlar sürekli birbirimizin kalbine, aklına değiyor ve “ama bu yapılanlar çok anlamsız, çok saçma, çok kötü” diyen sesler çoğalıyor…

“Bu çok saçma!” sözünü çoğaltmak aslında pek zor değil ama ne yazık ki, söz doğru bulunsa bile, “söyleyen kim?” sorusu sözün önüne geçebiliyor. “Bizim” cemaat “sizin” cemaatin sözünü dinlemeye pek yanaşmıyor. Dolayısıyla memleketimizde hükmü çok güçlü bir şekilde süren cemaatçilik bu sözün gidebileceği yerlerin önüne duvarlar örüyor.

Daha önce de çeşitli vesilelerle değinmiştim. 2010 Anayasa referandumunda benim de dahil olduğum bir kesimin almış olduğu “yetmez ama evet” tavrına karşı geliştirilen tepkiler tam da söz konusu cemaatçiliğin tezahürlerindendi. Yani kabaca, bu cemaatçiliğe göre, solcu, seküler olan bir insanın AKP’nin hazırladığı bir Anayasa değişikliğine karşı içinde “yetmez” de olsa, “evet” demesi kabul edilemezdi. Bu “evet”, o kadar çok kabul edilemezdi ki, “anti-yetmez ama evet” cemaati, kendi bildikleri kutsallar uğruna, “yetmez ama evetçileri” her gördükleri yerde (en hafifinden) tinerli boya saldırısına tuttular…

Dolayısıyla bugünkü saçmalığa karşı sözün gücünü arttırmak için bu cemaatçiliği aşmak gerektiği çok açık… Bunun için belki kendi kendimizi ve yaşadığımız toplumu anlamak, kendi üzerimize düşünmek ve düşündüklerimizi başkalarına anlatmak için biraz çaba göstermemiz gerekiyor.

 

Yetmez ama evet ve “pişmanlık”

Kendi adıma “yetmez ama evet” (YAE) dediğim için pişman olmadım. Daha doğrusu o zaman almış olduğum tavır, çeşitli siyasal aktörlerin sözlerini dinleyerek, okuyarak aldığım bir tutumdan kaynaklanıyordu. Kimsenin niyetini okumaya yeltenmedim, açıkta olanı değerlendirmeye çalıştım. Birbirine güvenmeyen bir toplumda, söylenen sözlere güvenmeyi tercih ettim. Yaptığım bütün saha araştırmalarında da aynı güveni duydum. Mülakat ya da anket yaptığım insanların sözlerini bana söylenmiş bir yalan olarak görmedim ve görüştüğüm insanların aslında başka bir niyetleri olduğunu düşünmedim. Onların söyledikleriyle araştırma sonuçlarını yazdım. İnsanların başkaları hakkında ne kadar önyargılı oldukları, ne kadar insan haklarına saygı duydukları, ne kadar demokrat ya da ne kadar ırkçı oldukları sonucuna da verdikleri cevapların sosyolojik analiziyle ulaşmaya çalıştım.

Yani bugün hâlâ insanlara “güven duymanın” bir suç olduğunu düşünmüyorum. Bu güveni bir yandan saflık olarak görenlerin ya da diğer yandan güveni paramparça edenlerin “kurnazlığını” ise kendilerine bırakıyorum…

“Yetmez ama evet”e geri dönersem, YAE’ciler bu tutumları nedeniyle, hâlâ sürmekte olan bir karalama kampanyasına maruz kaldılar, kendi çevrelerinden birçok insan tarafından aforoz edildiler, hakarete uğradılar, vs. Bütün bunlar çok acıydı, ama daha da acıklı olan, insanların, başkalarını dinlemek istemeyip, bozuk saat gibi durdukları yerde sadece “kimliklerine uygun”, kimlikleri içinden söyledikleri şeyin “doğru çıkmış” gibi olmasıyla, cemaatlerinin içine bir kere daha savrulmalarıydı. Aslında bu bozuk saat cemaatleri, bu halleriyle, beğenmedikleri dünyaların insanlarını taklit ediyorlardı.

Ama gene kendi adıma içimde hep bir sıkıntı oldu. Benim de içinde olduğum kesimlerin fiilen verdiği desteğin de dahil olmasıyla bugün AKP’nin, devletin gelmiş olduğu durumdan duyduğum bir sıkıntıydı bu. Bu arada geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken sanırım kafamın içindeki sıkıntının sebebini daha iyi anladım. Erdoğan’ın söylemlerine (Kürt sorununun çözümündeki “analar ağlamasın” söylemleri, devlet-toplum barışması konusunda dile gelen yumuşatıcı sözler gibi) bakan ben ve benim gibi insanların göz ardı ettiğimiz ya da yeteri kadar önem vermediğimiz başka bir meselenin söz konusu olduğunu gördüm…

Hadi başkaları adına değil, gene kendi adıma konuşayım. Gördüğüm şey, AKP’nin, güç kazandıkça, en tepesinden başlayan ve aşağılara doğru yayılan duygusuzluğu ve insaniyetsizliği yeteri kadar ciddiye alamamış olmamdı. Gezi’de alenen ortaya çıkan bu halin öncesi, özellikle Kürt sorununda barış süreci içine serpiştirilmiş “efendi” tavrında bunun emareleri vardı örneğin. Ama “barış”tan söz ediliyor olması söz konusu “efendiliği” önemsizleştirmeye yetiyordu muhtemelen.

Bugün yangınlar vesilesiyle bu insaniyetsizliğin çeşitli boyutunu görüyoruz. Örneğin, ormanla birlikte yanan canlılar denince, sadece köylünün hayvanını anlayan bir zihniyetin aklına, ormanda yaşayan kaplumbağalar, kertenkeleler vb. gelmiyor bile… Bu zihniyet sadece koyunun ineğin parasını ödemekle işin halledilebileceğini düşünüyor. Tepedeki seçkin sınıfın içindeki bir-iki istisna dışında, bir sürü insanın yüzlerinin hiç gülmediğini, duygu, sevimlilik, empati, nezaket gibi hasletlerin hiçbirinin olmadığını görüyoruz. Bir zamanlar kendilerinden olmayan “liberal-solcu-demokrat” insanları yere göğe koyamayan bu insanların tapındıkları zihniyetin ruh halinin kendilerine de nasıl yansıdığını görüyoruz.

İşte bu sadece tepedeki yönetici sınıfa ait bir durum değil. İçinde yaşadığımız bu insansızlaşma hali çok daha yaygın bir durum. Ve bunu kendi üzerimize de düşünmemiz gerekiyor. Polise “Kafasına sık” diye tezahürat yapanlardan, intihar etmek üzere dama çıkmış insanlara “Hadi atlasana!” diye bağıranlara; önündeki eli kolu bağlanmış çaresiz bedenlere işkence yapan polislerden, nefret ettiği takımdan, ekipten, taraftan canını kaybetmiş insanlar hakkında “leş” diyebilenlere, her fırsatta linç edenlere kadar, ne yazık ki, derin bir insansızlaşma sorunumuz var.

 

Benzer travmatik ve sorunlu geçmişler

Ancak, bu ruh hali üzerine düşünmek için genellikle başvurduğum bir yöntemi burada da kullanacağım. Bu dünyada sadece biz varız mantığıyla, “Ah! Ne kadar kötü durumdayız!” dövünmesi yerine, kendimizi, başka coğrafyalarla karşılaştırmaya çalışalım. Mesela ABD ile bu konuda bir karşılaştırma yapmak kendi üzerimize düşünmek için faydalı olabilir. Ölçekler ve spesifik olaylarda (ABD’nin tarihine serpiştirilmiş travmatik olaylar, Amerikan topraklarının fethi, ülkenin savaş içinde kuruluşu, yerlilerin yok edilmesi, siyahlara karşı ayrımcılık, uluslararası platformda tapınılacak güç inşası vb.) söz konusu olan insanlar, kimlikler farklı olsa da, Türkiye’deki kendinden başkasını görmeyen, güvensiz ya da aşırı bir güven cilası altında var olan ilginç bir cemaatçi yapıyla karşılaştırmak çok zor değil.

İki ülkedeki kimliklerin oluşumu birbirlerine çok benziyor. Beyazlık ve ötekiler; kendi kültürlerine yabancılaştırılmış yerliler gibi ikilemler iki ülkede de derin bir şekilde mevcut. “Hispanik kökenlilerin, Müslümanların istilası”na karşı, Trumpçı derin Amerikalılar, ülkenin gerçek sahibi olduğunu düşünen beyazlar çok tanıdık bir argümana başvuruyorlar: “öz yurdunda parya, öz yurdunda garip”! Halbuki öz yurtlarında garip olanlar başkaları ama mühim olan inşa edici kimliğin söylemi ve performansı… O performansla ABD’de Müslümanlar dışlanırken, Anadolu’da da Ermeniler ve daha pek çok halk dışlanıyor.

Amerikalıların cahillikleriyle dalga geçip durmayı çok severiz. Bizimkinin de farklı olduğunu söylemek pek mümkün değil… Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi’nde kullandığı tabirle “Bilmeme sözleşmesi” ortalama Amerikalının tarihini bilmemesinden çok farklı olmasa gerek. Türkiye’deki anti-komünizm bile oldukça Amerikan versiyonlu… Ya da kahramanlık filmleri ve dizileri, “en yerli ve milli tarih” dizilerindeki dövüş sahneleri bile Amerikan özentisiyle bezenmiş ithal duygularla heyecan uyandırmaya çalışıyor ve anlaşılan bünye bunları pek reddetmiyor…

Yani “Biz özeliz” demeye gerek yok, birbirleriyle etkileşim halinde olan ve karşılaştırılabilir insanlardan, kültürlerden, ulusal tarihlerden müteşekkil bir dünyada yaşıyoruz.

Bütün dünyada yaşanılan korkunç belirsizlik ve nirengisiz karmaşa halinde belki herkesin kurtuluşu olacak çoğulluğu gerçekleştiremeyen bir kimlik patlaması yaşıyoruz. Hep birlikte, birbirimizi etkileyerek, birbirimizden korkarak, birbirimiz gibi… Bu yüzden öfke ama çaresizliğin ürettiği, hastalıklı bir ruh hali olarak popülizmin kırık dökük saltanatını izliyoruz.

Dünya tarihi bu türden cemaatleşme, güvensizlik, kırımlar, soykırımlar, darbeler denkleminde ortaya çıkan siyasi organizmalardan çok çekti. Bu tür yapılanmaların somut tezahürü ise “saf ve somut iktidar”… Korkuyla, güvensizlikle var olan gruplar için böylesine iktidar yapıları en geçer akçe ama aynı zamanda bu iktidarları kaybetmekten duyulan bir korku hali söz konusu…

 

Üç temel korku

Türkiye’nin özelinde de, devlet ve devletçi zihniyet, girdiği ve güç üreten bütün kirli çıkar ilişkilerinin açığa çıkmasından çok korkuyor. Ama daha da temellerinden sarsılmaktan çok korkuyor. Özellikle üç mesele etrafında: İslam, Kürt ve Ermeni meseleleri…

Bunlardan İslam meselesi “halledilmiş” görünüyor. Müslümanlar büyük bir çoğunlukla rejime gayet iyi adapte oldular; biraz devlet, hamaset cilası ve esas olarak güç ve para-pul hesabı çok önemli bir kitleyi yola getirdi. Öte yandan hepimiz farkındayız; Kürtler bir türlü “hallolamıyorlar”. “Terör” bitse bile, Kürtlerin en az yarısının alternatif düşünce tarzı, alternatif siyasallaşma hareketi yok edilemiyor. Son olarak, Ermeni meselesi ise sadece memlekette kalmış 50-60 bin Ermeni vatandaşın meselesi değil; “tarihte ne oldu?” meselesi… Eğer Ermeni meselesi hakkında 95’lerde konuşmaya başladığımız gibi devam edersek, çok ciddi bir yalan ortaya çıkacak. Bu yüzden devlet ve devletin kontrol ettiği unsurlar var gücüyle savaşıyor.

Bu savaşta toplumun kendi yürüyüşünde ortaya çıkabilecek risklere karşı milliyetçilik en ideal ve garantili saklanma yolu olarak işlev görüyor. Darbelerin hepsinin bu yönde mangalda kül bırakmadığını hatırlayalım. Diğer yandan, hayatta başkalarından korkmanın ürettiği bir muhafazakârlık da milliyetçilikle eşlenerek başka bir işlev sağlıyor… Çocukluktan gelen, anne ve babadan geçen, eğitimle beslenen bir güvensizlik… Sosyalizasyonları itibariyle ne kendine ne başkalarına ne de topluma güvenen insanların çevrelerinde sürekli gördükleri tehditler… Solcuda ya da sağcıda, dindarda ya da sekülerde bireysel düzeyde gerçekleşen bu duygu hali, en nihayetinde korkan bir devletin çimentosuna dönüşüyor.

Aldıkları eğitimle ya da hayatta karşılaştıkları imkânlarla güveni, başkalarıyla, doğayla paylaşmayı öğrenen insanlar hayata biraz daha açık ve özgürlükçü olurken, güvensizlik hali güçle var olma çabasını tetikliyor.

İçinde yaşadığımız toplumun güçle ilişkisi çok derin incelemelere tabi olması gereken bir ilişki… Tarih boyunca güç ilişkilerinin ortasında kalmış, yenemediği zaman ezilmiş, travmalara düşmüş; bunun tersi olunca, güç tapınmasına yuvarlanmış ortalama bir hal söz konusu ve bu hal sadece tepedeki bir iki lider, siyasetçi, müdür, başkan vs. statüsündeki insana özgü bir şey değil. Toplumun her aşamasında, evde, işyerinde, sivil toplum örgütlerinde bile kolayca rastlayabileceğimiz bir hal…

Bu halin en önemli özelliklerinden biri “esas sorunu / tehlikeyi bilmek” olarak tezahür ediyor. Mesela Hitler’e göre dünya çapında örgütlenmiş olan bir Yahudilik ve onun finansal uzantıları dünyayı ele geçirmeye ve Ari ırkın sonunu getirmek üzere her türlü komployu yapmaya çalışıyordu. Bu tehlikeyi ve kötülükleri ise sadece Hitler görüyor ve insanlığı kurtaracak çözümü de sadece Hitler sunuyordu. Bu, Hitler’e göre, “iki kere iki dört eder” kıvamında bir bilgi ve Hitler’e inanmak da bu bilgiye biat etmekten geçiyordu.

Ama örneğimizi küçültelim; bu tür bir “kesin bilgiye olan inancı” sadece Hitler’le birlikte, koskoca Almanya’nın, kocaman manipülasyon ve propaganda makinasıyla esir alındığı bir vakada değil, hepimizin bildiği klasik gündelik hayat örneklerinde de görebiliriz. Köy kahvelerindeki muhabbetlere atfedilen “esas mesele şudur, budur ve ben olsam, köy meydanında iki kişiyi sallandırırdım” diyen çokbilmişlik halidir bu ve bu durumla dünya tarihinde, dünyanın farklı toplumlarında, en tepedeki yöneticilerinden, apartman yöneticilerine kadar her seviyede karşılaşabiliriz.

Sonuç olarak, toplumda azınlık kalmış ve ötekileşmiş kesimlerden, sayıca çok az olmasa da ikinci plana atılmış tüm toplumsal kesimlere ve son zamanlarda kendini gerçek sahip zannetmeyi öğrenen bütün kesimlerin günah keçisi haline gelen mültecilere karşı gelişen insaniyetsizleşmeye karşı alternatif sözleri üretmek ve iktidar dili olarak cemaat sınırlarının ötesine geçip, “dinlemek” gerekiyor.

Önceki İçerikİhlaller
Sonraki İçerik16 günde 299 yangın
Ferhat Kentel
Son olarak, kapatılan İstanbul Şehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olan Ferhat Kentel 1981’de ODTÜ’de işletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’den sosyoloji doktora derecesi aldı. 1990-1999 arasında Marmara Üniversitesi Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü’nde, 2001-2010 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Fransa’da Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales (EHESS)’de ve Université de Paris I’de çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, gündelik hayat, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı. Yayınlanmış araştırma ve kitapları şunlardır: Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları. Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (Gevorg Poghosyan ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2005; Euro-Türkler: Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü Engel mi? (Ayhan Kaya ile birlikte) İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2005; Milletin bölünmez bütünlüğü: Demokratikleşme sürecinde parçalayan milliyetçilik(ler) (Meltem Ahıska ve Fırat Genç ile birlikte), TESEV, İstanbul, 2007; Belgian-Turks: A Bridge, or a Breach, between Turkey and the European Union? (Ayhan Kaya ile birlikte), King Baudoin Foundation, Brüksel, 2007; Ehlileşmemek, düzleşmemek, direnmek, (Söyleşi: Esra Elmas), Hayykitap, İstanbul, 2008, Türkiye’de Ermeniler. Cemaat-Birey-Yurttaş (Füsun Üstel, Günay Göksu Özdoğan, Karin Karakaşlı ile birlikte), İstanbul Bilgi Üniversitesi yayınları, İstanbul, 2009; Yeni Bir Dil - Yeni bir Toplum, (Söyleşi: M.Talha Çiçek, Gülçin Tunalı Koç), Bilsam yay., Malatya, 2012; “Kır Mekânının Sosyo-Ekonomik ve Kültürel Dönüşümü: Modernleşen ve Kaybolan Geleneksel Mekânlar ve Anlamlar” (Murat Öztürk ile birlikte), TÜBİTAK araştırması, 2017.

1 Yorum

  1. Yetmez ama evetçileri eleştirenleri cemaatçiliğin bir türü olarak tanımlayan bu ve benzer yazarlara çanak tutan gazetemi terk etmekte ne kadar haklıymışım.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz