Toprak kâgir damlarımızda sırtüstü ayın buğusunda sinema oynatırdık Atilla’yla…
Bulutlar perdemiz olur açarlardı kabayelli, parçalı bulutlu dev gökyüzü ekranında…
Bazen komedi, bazen drama, bazen de nazlı bir uçurtma olurdu kuyruğunda bir atmaca…
Bazen bir kartal olur, ardından bir ibibik kuşuna dönüşür, sonrasında bir yaramaz poyraz eser, hayal olurdu…
Atilla ile en büyük yarışımız bulutların rüzgârla birlikte aldığı şekilleri yakalayıp, bozulmadan önce birbirimize göstermekti…
Tam bitti derken bir ejderha uçar, konardı büyükçe bir uçurum kenarına ve aniden karayel ile savrulup, üflediği buzdan alevleri dondururdu, güneşi bile…
Kara bir bulut kapatırdı güneşimizi.
Biz biraz üşürdük, sokulurduk birbirimize, sonra güneş bizi kıskanır, çıkardı usulca. Buz bulutunun ardından kamaştırırken gözlerimizi, birinci perde kapanır, ara molada bir güreş tutardık taze arsız dam bitkileri içinde yuvarlanarak…
Boğuşmaktan üstümüz başımız, en sevdiğimiz gömleğimiz taze yeşile boyanır, Atilla’nın kömür karası, benim sarı kıvırcık saçlarıma dolardı damdaki kül, saman, çer çöp…
Derken umutla hayallerimizi anlatır, mutlu sonlara mektuplar yazar, belki birer wored söyler, kapatırdık perdeyi, en sevdiğimiz zaman diliminde “yaltıya yaltaklanmaya” akardık akşamüstlerinde Gunaşey’de…
“Yaltı” denilen yüksek tepeden iki köy arasından akan Zamantı Irmağı’nın akışına dalıp, geniz yakan esintili rüzgâra hayallerimizi anlatırdık…
Arada bir dolmuş geçerdi yarı stabilize, yarı asfalt Kaynar yolundan Azey’e.
Haziranda bir başka kokardı vadi.
Temmuzda başka…
Ağustosta başka, eylülde, ekimde bambaşkaydı…
Haziranda avare olmayı kimse çok görmezdi; nasılsa temmuzdan sonra çıkacaktı acısı!..