Bölünmüş hayatlar 4. Bölüm

0
1747

Kâmil, o geceyi nasıl geçirdiğini bilemedi. Düşler, yapmak istedikleri, gerçekler ve içinde bulunduğu durum… Hiç birbiriyle uyuşmuyordu. Hayat kendisine nasıl bir yol çizmişti ya da kendisi nasıl bir yol seçecekti, bilemiyordu. Yine de, sabah salıverileceğine inanmayarak, kendi durumunu, şehit düşen babasını, annesini, köyünü göz önüne getiriyor, çeşitli yorumlar yapıyor, bir türlü o ışıklı yolu seçemiyordu. 

Sabah esir kampında kalk borusu çaldığında uyumakla uyanıklık arasında, yavaş yavaş kalkıp üstünü giyindi, komutanın verdiği yazıyı kontrol etti, iç cebine yerleştirip tadat alanında, arkadaşları ile beraber yerini aldı. Sayım yapıldıktan sonra, adı söylenerek, Türkçe bilen bir çavuş eşliğinde nizamiyeye götürüldü. Yanına birkaç arkadaşı gelip, ona, kendilerinin iyi olduğunu ailelerine söylemelerini isteyerek, kurtulduğu için sevindiklerini söyleyip yolculuğunun kazasız belasız geçmesini temenni ederek uğurladılar. 

Dışarıya adımını atan Kâmil, inanmaz bir ruh haliyle, hızlıca ne yapacağı, nereye gidebileceği hakkında düşüncelerle ağır ağır yürümeye başladı, bir yandan da kendisine el sallayan arkadaşlarına dönüp dönüp el sallıyordu. Son el sallayışında, “Sizler de tez kurtulursunuz” diye bağırıp, hızla uzaklaşmaya koyuldu. 

2 Temmuz 1920 tarihinden bu yana, Mustafakemalpaşa, Karacabey, Gemlik, Bursa,Yunan işgali altındaydı. 

Bursa ve civarı düşman elindeydi, Bilecik Boğazı’nı geçip Adapazarı’na, evine ulaşması zordu, kendi kendine ‘Eskişehir’e gidip oradaki akrabalarımın yanına varmalıyım’ diye düşünerek, Kütahya üzerinden Eskişehir’e ulaşmayı hedefledi. Kendisini birkaç gün sürecek, açıklık, susuzluk, uykusuzluk ile bekleyen yolculuğa adapte etmek için büyük bir uğraşın eşiğinde olduğunu iliklerinde hissediyordu. 

10-24 Temmuz 1920 tarihleri arasında ise Türk birliklerinin geri çekilmesine neden olan Kütahya-Eskişehir Savaşı sonucu Bilecik, Afyon, Kütahya ve Eskişehir Yunanlar tarafından işgal edilmişti, düşman Polatlı önlerini zorluyordu. 

Kâmil ‘Biz de bu savaşın küçük bir parçasıydık’ diye düşündü. 

Elindeki kâğıda rağmen düşman hattını aşıp memleketine, oradan da birliğine ulaşabilmesi zordu, onun yerine, düşman hattı içinde kendi akrabalarının yanına varmak daha ehveni şer diye düşünüşünü daha doğru bulduğunu içten içe kendine itiraf ediyordu. 

Korku ve huzursuzlukla geçen iki buçuk günün sonunda Kütahya’yı geçmiş, Eskişehir sınırına dayanmıştı. Zaman zaman yolu Yunan devriyeler tarafından kesilmişti. Esir kampında kumandanın kendisine verdiği geçiş kâğıdıyla yolculuğuna sorunsuz devam edebilmişti. 

Pınarlar susuzluğunu gidermiş, meyve bahçeleri açlığını gidermiş, zaman zaman geçtiği köy ve kasabalarda, kimi insanlardan ekmek ve yiyecek bir şeyler alabilmesine rağmen, uykusuzluğunu ve açlığını tam bastıramamıştı. Sanki yaşamın içinde değil de kıyısında, iğreti bir yolda rüzgârla savrulan toz bulutu veya bir dağ başına harelenmiş belli belirsiz bir sis gibi tutunmuş hissediyordu; Sahipsiz, yapayalnız… 

Önünde 18-20 saatlik bir yol kalmıştı. Koca bir gün demekti… 

Gün karanlığa merhaba diyordu, bir ağaç dibi, bir samanlık saçağı, bir ambarın koruluğu veya bir meyve bahçesinin kuytuluğu, Kâmil’in konaklayabileceği, gecenin sessizlik ve karanlığında kendini emniyette hissedebileceği sığınağı olarak, onu bağrına almaya hazırdı. Yeter ki öyle bir yeri keşfedebilsin… 

Kâmil, kararmaya yüz tutmuş gökyüzüne baktı. Birkaç yıldız belli belirsiz parlıyordu. 

“Ey bizi var eden sonsuzluk, yaşamımı kolaylaştırmak için ne yapmam gerekiyor? Sen ne istiyorsun bu çaresiz yolcudan?” diyerek iç sesini gökyüzüne karşı yüksek sesle dillendirdi. Ardından kendine geceyi geçirebileceği bir kuytu aramaya koyuldu. 

Tan henüz ağarmamıştı, alacakaranlığın açık gri tonuna durduğunda Kâmil de uyandı. Bir günlük yoluna koyuldu. Patikaları, bahçeleri, küçük dereleri, korulukları hızlı adımlarla geçerek Eskişehir’e bir an önce ulaşabilmek azami gayretiyle yol alıyordu.  

Akşam alacakaranlığı güneşi örtmeye yüz tuttuğunda Kütahya ile Eskişehir sınırına varmıştı. Porsuk Çayı kıyısında su içmek için mola verdi. Suyunu içip, biraz dinlenip kendisine kalacak bir yer armayı düşünüyordu ki, yanında küçük bir müfreze ile bir Yunan subayı beliriverdi. Subay ona bir şeyler söylüyordu ama anlamıyordu. Erlerden birinin yarı Türkçe yarı Rumca “Kimsin, nereye gidiyorsun?” sözlerini anlayabildi. Evine gittiğini söylese de bir türlü laf anlatamıyordu. Karşılıklı epey söylendiler. Kâmil cebindeki geçiş kâğıdını hatırlayarak çıkarıp subaya gösterdi. Subay eline tutuşturulan kâğıdı dikkatlice okudu, sonra yine kendi dilinde bir şeyler söyleyerek iade etti. “Gidebilirsin” dedi az önce yarı Türkçe konuşan asker. Kâmil kâğıdı aldı, özenle katlayarak cebine koydu, gece kalacağı yeri bulmak için uzaklaşırken Yunan askerler de diğer tarafa doğru uzaklaştılar. 

Yakınlardaki bir köyün mezarlığında geceleyen Kâmil, sabah ışıklarıyla beraber yola koyuldu, akşama doğru Eskişehir’de idi. (Devam edecek) 

Önceki İçerikİspanya meclisinden tarihi karar
Sonraki İçerikÇerkesler ve Yahudiler
Jiy Zafer Süren
1951’de Samsun’da doğdu. Üniversite’yi terk etmiş ve muhasebeci olarak çalışarak emekli olmuştur. Çeşitli dergilerde şiir ve araştırma yazıları yayınlandı. Kafkasya üzerine yayın yapan, As Yayın’ın kurucuları arasında yer aldı. “Çipxe, Kafkas Aile Armaları” (derleme) ve “Tama Bahar Gelmeyecek” (şiir) isimli iki kitabı vardır. Nisan 2008 itibariyle Jıneps gazetesi yazarları arasında yer aldı, Ocak 2011 tarihinden bu yana yayın kurulu üyesidir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz