Bazı şeyleri tekrar tekrar yazmak çok anlamsız geliyor bazen… Ama şöyle düşünüyorum; birileri aynı baskıları, totaliter bir plan dahilindeki uygulamaları tekrar tekrar yaptıklarına göre tekrar tekrar yazmakta, insanların teslim olmadığını göstermekte zarar değil fayda var. Bu totaliter zihniyet ve pratiklerin bütün çabalarına rağmen, insanları bir türlü teslim alamadıklarını not etmek, bu notları kamusal alana sunmak, bir bakıma toplumun kendi üzerinde düşünmesi için ayna tutmak gerekiyor.
Çünkü iyilik ve cesaret bulaşıcıdır… Akbelen’de, Munzur’da, İliç’te, Avdan’da topraklarını zehirleyen arsız kapitalistlere karşı direnen köylüler, 8 Mart’ta sokağa çıkan kadınlar, Cumartesi Anneleri, Van’da oylarına sahip çıkan insanlar, Filistin’in özgürlüğü için her şeylerini ortaya koyan Amerikalı öğrenciler, Londra’da Filistin için sokağa inen 100 binler, İsrail’le yapılan ticareti saklamak için her türlü sahtekârlığı yapanlara karşı çığlık atan “1000 genç”, reel siyasetin, dinsel-seküler kutuplaştırmaların kıskacından kurtulup “Filistin için Vicdan Mahkemesi”nde bir araya gelen insanların ve daha pek çoklarımızın, birbirimize gönderdiğimiz “cesur iyilik” mesajları her birimize iyi geliyor.
Suçun yaratıldığı, hedef haline getirilen insanlara yapıştırıldığı Gezi ve Kobane davaları üzerinde doğrudan tasarrufta bulunan siyasi iktidarın, hukukla zerre kadar alakası olmayan, çıkarlarını ve kendi kültürel hınçlarını meczedip karar veren “yargı” elemanlarının ya da insanları KHK’lamak için siyasal parti koridorlarında çetele tutan şahısların yarattığı kâbus ortamında bu türden cesur iyilik örneklerine ve mesajlarına çok ihtiyacımız var.
Bir “etki ajanlığı” ürünü olarak siyasal hukuk
Çünkü mesela şimdilerde haziran ayında TBMM gündemine gelmesi beklenen 9. Yargı Paketi’nde yer alması beklenen “etki ajanlığı düzenlemesi” ile 80 milyonu dize getirmek için yeni operasyonlar hazırlanıyor. Bu düzenleme ile, “devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları aleyhine yabancı bir devlet veya organizasyonun stratejik çıkarları veya talimatı doğrultusunda Türk vatandaşları veya kurum ve kuruluşları ya da Türkiye’de bulunan yabancılar hakkında araştırma yapan veya yaptıranların hapis cezası ile cezalandırılmasını” öngörüyorlar.
Şu açık değil mi? Büyük çabalarla devşirdikleri, manipüle edilebilir hale getirdikleri ve Türkiye’nin basın özgürlüğünde “çok vahim” kategorisine girmesine neden olan merkez medya yetmiyor insanları topyekûn ikna etmeye… Hâlâ sayısız insan, örgüt, dijital ya da basılı medya organı, büyük bir heyecanla bilebildikleri, görebildikleri gerçekleri anlatıyorlar. Bu yüzden efendiler, sahip oldukları yetersiz ideoloji ve söylemlerle dize getiremedikleri toplumu ancak mahallenin “büyük biraderi” zorbalığıyla yenme çabası içindeler. Bu sözde kanun sayesinde, “araştırma yapmak ya da yaptırmak” bile hedefe konabilecek; kolayca sağa sola çekilebilecek muğlak suçlamalar ve emirlerine amade yargı sistemi devreye girecek. Olimpos tepelerine konuşlanmış bu efendileri ve onların yamakları aparaçikleri “rahatsız eden” herhangi bir gazeteci (veya sivil toplum örgütü ya da akademik araştırma yapanlar), yabancı bir ülkenin çıkarlarını desteklediği iddia edilerek, “etki ajanı” olarak kolayca hedef alınabilecek.
Ama işin ironik hatta alenen komik tarafı şu; sürekli “yabancı” korkusuna işaret eden, “yabancı parmağından”, “kökü dışarılıktan” dem vurup duran bu kanun tasarısını hazırlayanların bütün zihinsel arka planı tamamen “yabancı” etkisinden besleniyor! Hemen ilk akla gelen örneği de burada aktaralım: Geçen günlerde çok benzer bir mantığa dayanan bir yasa tasarısı Gürcistan’da -cumhurbaşkanı tarafından veto edilse de- kabul edildi.
Yani bizimkiler etki ajanlığı konusunda çok orijinal bir fikir üretmediler… Ama Gürcistan’ın otokratları da üretmedi bu yasayı. Çünkü bu fikir Gürcistan’dan önce Rusya’da Putin tarafından zaten hayata geçirilmişti bile. Yani yasaya karşı direnen Gürcülerin “Rus yasası” olarak tanımladıkları, “Kremlin tarzı” yasa zaten her yerde hep “yabancı” bir tehlike arıyor.
Benzer bir durum Tunus’ta da mevcut. Bu ülkede giderek otoriterleşen hükümet son haftalarda göçmenlere, sivil toplum savunucularına ve gazetecilere yönelik “eşi benzeri görülmemiş baskılar” uyguluyor ve bu baskının en önemli gerekçesi de “yabancılar”… Mesela mültecilere destek olan sivil toplum örgütleri anında “büyük hükümet biraderin” hedefine yerleşiyorlar.
Aslında herkes -bütün “yabancılar”- birbirinden korkarken aynı zamanda birbirlerinden de kopya çekmeden edemiyorlar. Ancak daha da doğru bir ifadeyle, bu tasarı zaten baştan kendini açık etmiş, uluslararası düzeyde başka bir anlam taşıyor. Bu tasarının bizzat kendisi bir etki ajanlığı numunesi, eseri… Bizim buralarda, görünürde Rusya çıkışlı, Gürcistan tecrübeli ve Türkiye gibi başka ülkelere de ihraç edilen bir yasa tasarısı…
Dalga dalga yayılıyor bu ruh hali… Özellikle toplumsal korkulara bağlı olarak yükselen sağcı zihniyetin hâkim olduğu bütün ülkelerde bir yabancı fobisi var ve hepsi “ulusal” (ya da “milli”) güya ama hepsi enternasyonal (ya da “beynelmilel”), hepsi “kökü dışarıda”, hepsi “yabancı ajanı” aslında… Bir taraflarıyla hepsi özenti içindeler… Hepsi en büyük birader ABD’ye, Trumpçı politikalara, onların dillerine, askerlerine, silahlarına özeniyorlar… Şiddet ve gücün hâkimiyetine inanıyorlar. Dertleri hakikat, ahlak, etik falan değil. “Reel politika” yani, “mecburuz üstadım, şartlar böyle gerektiriyor” dillerinin arkasında, onlar için mühim olan yenmek… Rakip bırakmayacak şekilde “yenmek”…
İşte bu kayıtsız şartsız “yenme” meselesi başka bir meseleyi daha açığa çıkarıyor…
Neoliberalizmin yerli-milli şube-devletleri
Küresel Polis Devleti ve Küresel Kapitalizm ve İnsanlığın Krizi adlı kitapların yazarı sosyolog William I. Robinson, Artıgerçek gazetesine verdiği röportajda “küresel polis devletinin Türkiye’de (de) konsolide olduğunu” anlatıyor. Robinson’a göre, Türkiye’de “gizemli ve muhafazakâr bir İslamcı siyasi ve ideolojik program” vasıtasıyla, “neoliberalizmi derinleştirmeyi ve sermayenin kısıtlamalardan kurtulmasını amaçlayan bir ekonomik program uygulanıyor”. Ancak bu sadece Tunus, Gürcistan, Rusya ya da Türkiye gibi ülkelerle sınırlı bir şey değil. Robinson’ın belirttiği ve Filistin için direnen gençlere karşı devreye sokulan güvenlik zorbalığının da gösterdiği gibi, ABD’de de artık “otoriter bir üniversite” fikri söz konusu; “üniversiteler artık özerk alanlar değiller ve bu kurumların şirketlerce sömürgeleştirilmesine tanık oluyoruz”.
Yani Türkiye’deki bütün devlet üniversitelerinin ve tabii ki İstanbul Şehir Üniversitesi’nin kapatılması ya da son özerklik kalelerinden biri olan Boğaziçi Üniversitesi’ne el koyma operasyonu da ABD’deki efendilerin politikalarından bağımsız değil. Yani görünürde, en otoriter pratiklerin bile entel payandalar tarafından “demokratik” ya da “silahlarıyla güçlü bir Türkiye” diye cilalandığı “milliyetçi-muhafazakâr” ya da “yerli ve milli” önlemler Biden ya da Trumpgillerin politikalarıyla iç içe… Hatta öyle ki, siyonizm ideolojisi, ama daha da önemlisi “bir yöntem olarak siyonizm” ve neoliberal politikaları destekleyen yerlici-millici popülist sağ siyasetler aslında çok iyi anlaşıyorlar. Hatta anlaşmaktan da öte birlikte kotarılıyorlar. “Milli ve yerli”nin silahşorluğunu yapan bütün devletler ve partiler de buna dahil.
Bu yüzden, üniversitelerine çatır çatır el konan, bu üniversitelerden KHK ve benzeri marifetlerle dünya kadar insanın atıldığı Türkiye Cumhuriyeti’nde AKP’li Ala’nın, Boğaziçi’nin kayyım rektörünün ya da Numan Kurtulmuş’un ABD üniversitelerinde gençlerin direnişiyle gösterdikleri sözde “empati”, ironi ötesi komikliklerin içinde dolaşıyor. “En dokunulmaz yerler olarak üniversitelerde tutuklanan ve işlerine son verilen akademisyenleri gördükçe, büyük bir şaşkınlık içerisinde olduklarını” anlatıyorlar! “Emory’nin Felsefe Bölümü Başkanı’nın tutuklanmasından derin üzüntü duyduklarını, bu sıkıntılı olayın, akademik özgürlüğün durumuyla ilgili ciddi kaygılara yol açmakla kalmadığını, aynı zamanda saygın akademik kurumların itibarına da gölge düşürdüğünü, Gazze’deki vahşete karşı barışçıl sesler yükselten akademik camiayla dayanışma içinde olduklarını” demeçliyorlar! Sonra “Çağrıda bulunuyorlar”; “dünya üniversitelerinde siyonist baskılar yüzünden işinden atılan tüm akademisyenlere Türkiye üniversitelerinin kapılarının açık olduğunu” müjdeliyorlar!
Dolayısıyla ABD, Rusya, Gürcistan, Tunus, Hindistan, İsrail, Türkiye ya da birçok başka devletin aynı iktidar dilinin altına sıralandıklarını görmek hiç zor değil.
Bu iktidar dili küresel ölçekte neoliberal bir ekonomiyi konsolide etmeye çalışıyor.
Bu ekonominin “milli” şubeleri, bu yapıyı daimi kılacak esas araç olarak da otoriter bir devlet yapısını bütün dünyada hâkim kılmaya çalışıyor.
Neoliberal ekonominin bekçisi olacak bu hâkim devletin ideolojik meşruiyeti ise yabancı korkusuyla beslenmiş “yerli-milli” popülist bir dille gerçekleştirilmeye çalışılıyor.
En mükemmel örneğini siyonizmin sunduğu bu modeldeki iktidar aygıtlarının hepsi, dinden imandan, kutsal kitaplardan bahsediyor; hepsi ellerine kutsal kitaplarını, sembollerini (haçlarını vb.) alıp, kitlelere gösterip gaz veriyor; hepsi tarihin derinliklerinden, efsanelerden kurgulanmış meşruiyetler devşirmeye çalışıyor. Hepsinin lafları bile birbirine benziyor. Hepsi başkalarının kültürlerini çalıyor; hepsi dini ya da seküler tapınaklar dikiyor; başkalarına ait tapınakları kendi kutsal mekânlarına çeviriyorlar.
Bu yüzden ve tam da bu dile uygun olarak, ABD’de, Rusya’da, İran’da ya da Türkiye’de muhalefet yapmaya çalışan çeşitli kesimlere karşı geliştirilen nefret söylemleri de benzer içerik ve biçimlerle kamusal alana zerk ediliyor.
Hepsi bu düzene karşı direnen gençlere aynı dille hakaret edip bağırıyor. ABD’de Columbia Üniversitesi’nde Filistin için direnen gençlere demir çubuklarla saldıran, onları yaralayan siyonist çetelerin kullandıkları nefret dili de başka ülkelerdeki versiyonlarıyla gayet uyumlu bir içerik sunuyor.
“Bizim ırkımızdan olmayan aşağılık yaratıklara” karşı nefret (Filistinlilere, Yahudilere, yabancılara ya da siyahlara vb.), bizim dinimizden olmayanlara karşı nefret (İslamofobi, Hıristiyan düşmanlığı, antisemitizm vb.) kolayca “yerli ve milli” araziye uyabiliyor.
Ancak uyum üretilmesi zorunlu olmayan bir nefret nesnesi var ki, her türlü yerli ve milli ırkçılık kolayca sahiplenebiliyor. Amerikan, Rus ya da Türk ırkçılığı ile cinsiyetçiliğin el ele yürüdüğü LGBTQ+ düşmanlığı bu beynelmilel yerlilerin aslında birbirlerinden çok da farklı olmadığını açığa çıkarıyor.
Son söz olarak… Türkiye’de ya da dünyanın farklı köşelerinde toplumsal cinsiyet eşitliği, üniversite özgürlüğü, çevre koruma, iklim adaleti, sosyal adalet, hafızaya saygı, kültürel özerklik gibi alanlarda verilen mücadeleler kardeştir; “yerlilik” gibi afili bir kelimenin arkasına saklanan her türlü yabancı düşmanlığının ve ırkçılığın kardeş olduğu gibi…